3 Mart 2012 Cumartesi

Gel Sevgili Bisikletim, Hollanda'ya gidelim..

"Ne yazıyor ki burda" dedim? Bir şeyler anlıyordum ama anladığım şeyin ne olduğunu anlayamıyorum sanırım. Tuhaf bi dildi zaten Hollandaca. Azcık İngilizce, biraz Almanca, biraz da Fransızcaya benziyordu. Hiçbir şeye benzemiyordu yani! 

"Biri gelir ve tüm hayatın aniden değişir" yazıyor dedi Hollandacası sağlam arkadaş.. Bir emlak reklamıydı.. Zaten ayağını azıcık sağlam yere vursan deniz suyu çıkacak bi memlekette emlak yapıp satmak için hakikatten birinin gelip hayatı değiştirmesi gerekiyordu anlaşılan.. "Ne alaka ki" dedim.. Emlak fiyatlarının yüksekliğinden bahsetti, daha sonra aklıma gelirse değinmeyi düşündüğüm Euro geçişinde oluşan devalüasyonun sabit gelirlinin alım gücünü azaltmasından bahsetti.. Bir adam gelmiş, uzun vadeli kredilerle millete ev satıyor iste.. Bizim bir sürü arabası olan meşhur Ali'nin daha bi yakışıklısı işte.. Gerçi ondan çirkini de nasıl olsun zaten? "Umut veriyor, biri gelir ve sıkıntılarınızı yok eder" demek istiyor diye devam etti, gülümseyerek.. "Ya o her şeyi değiştirecek potansiyeli olan kişi henüz gelmemişler arasında değilse" diye sormak geldi içimden.. Ya geldiyse, her şeyi değiştirdiyse, sonra gittiyse ve ya bu yeni adam kendini her şeyi değiştirecek kişi sanıyorsa.. Herşeyin değişmiş hali buysa yani.. Sadece umut ediyorsan ve hiç birşey değişmeyecekse.. Sormadım tabi.. Zaten sorduğum hiç bi sorunun cevabını da alamıyordum ki. Genellikle cevabı olmadığı için, ya da cevabını bildiğim soruları sorarak karşıdakinin ne kadar düşünebildiğini test etmek istediğim için.. Evet, yapıyordum öyle bir şey ve bu gıcık bi durumdu. E olsun, ben de öyleydim zaten.. Kendinle barışık olmak da güzel. 
"Biri"nin gelip hayatımızı değiştirdiği inşaat. Peh!

Bir gezi yazısı için kasvetli, uzun cümleli ve algılanması zor bi giriş olduğunun farkındayım. E napalim ama, malzeme bu yani. Bundan sonrası için aklımda bulunsun, daha eğlenceli olmaya çalışayım bari..

Şimdi, Hollanda küçük bi ülke bi kere. Yani bi araba kiralarsan bastan sona 2-3 günü var. Ülkenin küçük olması aynı zamanda her noktasına ulaşılmış ve el değmiş anlamı da taşıyor. Hollanda'da doğal olan bir şey bulmak da güç zaten. Basit bi mantıkla şöyle düşünelim: Topraklarının yüzde 60'i deniz seviyesinin altında olan bi ülkeden bahsediyoruz. Bi şey deniz seviyesinin altındaysa zaten denizdir, ya da en kötü ihtimalle göl falandır. En azından hem doğal, hep toprak, hem de deniz seviyesinin altında değildir.. Peki, nasıl olmuş da Hollanda böyle bir ülke olmuş? Aslında cevap basit.. Zaten rakımın az olduğu yerlere denizden korunmak için setler yapılmış.. Sonra "şu setlerin önünü biraz daha doldurup ileriye başka setler yapsak ne olur ki" demek gelmiş birinin aklına.. Öyle yapmışlar.. Sonra biraz daha, biraz daha.. Tarihte büyük bedeller ödedikleri su baskınları da olmuş tabi.. Ama büyük oranda her cm'sine hakim oldukları bir ülke yapmayı başarmışlar.. Bu arada bu setler aslında gördüğünüzde "koca ülkeyi bunlar mı koruyor yani" diyeceğiniz, toprak yığını görüntüsünde yapılar. En alta bolca dolgu malzemesi koyuyorlar, sonra ağır kil malzeme dolduruyorlar, sonra suya çok dayanıklı olan söğüt dalları, tekrar kil, toprak falan.. Genellikle sahildeki evler, yollar ve deniz arasında böyle bir engel görmek mümkün. Yani dünyanın her yerinde deniz manzaralı olması gereken evlerin birçoğu Hollanda'da set manzaralı. E zaten adamların denizi görmek istediğini de pek sanmıyorum. Sorun yok yani..

 Denizden korunmak için yapılan setler aynı zamanda yürüyüş yolu. 
Bu fotoğrafın arka tarafı deniz ve deniz benim olduğum yerden daha yüksekte..

Kanallar hayatın o kadar içinde ki, el arabası gibi kullanılan sallar var.
Amsterdam aslında baştan sona yürüme gezilebilecek küçük bi şehir. Ben severim yürümeyi, çok daha uzun mesafeleri de yürümüşlüğüm vardır ama Amsterdam cidden küçük. Toplu diyelim ya da.. Küçük deyince içerik açısından biraz fazla mütevazı bir duruş oluyor. Öyle de değil tabi.. Yok yok.. Fazlasıyla yok yok yani.. Bak, cidden yok yok ama! :) Hollanda'nın olduğu kadar Avrupa'nın da en popüler 3-4 kentinden biri. Eğlence konusunda oldukça uçuk. Coffee Shop diye bir oluşum var mesela.. İçeri girip saf saf kahve isterseniz size gülüyorlar. Düzeltiyorum. "Sanırım" içeri girerseniz ve kahve var mı diye sorarsanız size gülerler. Çünkü adları kahve dükkanı olsa da içerde servis yaptıkları şeyler pek öyle masum şeyler değil. Bu kadar da normalleştirmek ve hayatın bir parçası haline getirmek.. Bilemiyorum! Marjinalite de bi yere kadar..


Özellikle kentin merkezi olan Dam Meydanı ve hemen arkasındaki Red Light District ışıklı-dım tıs'lı eğlencenin de merkezi.. Himmm, nasıl diyordu çılgın gençler?? Hah, buldum! Yıkılıyo! :)) Gerçi bu yerler zihne oluşturdukları imajın aksine, turistik yerler de. Yani hangi amaçla gidileceği belli diye düşündüğünüz Red Light'ta kucağında çocuğu ile gezinmekte olan, gülümseyen, fotoğraf çeken bir Amerikalı kadına rastlayabilirsiniz mesela. Fotoğraf çektiği bazı şeyleri gördüğünüzde "teyze oha lütfen" diyebilirsiniz de, kabul. Ama görürsünüz. Eğlenmeye gidenler kadar eğlenmeye gidenleri seyrederek eğlenmeye gidenler de var yani. Bu noktada size bi soru: Bilin bakalım Red Light'ta sağdan soldan geçerken en fazla duyduğunuz dillerden biri de Türkçe mi, değil mi? a) evet b) hayır. Ehh, çok zor olmamıştır tabi. Bildiniz :)) Neyse işte.. Amsterdam'a gidince Dam Meydanına zaten gideceksiniz. Nasılsa meydandan geçerken hemen arkadaki Red Light'ı görmemek imkansız. Öyleyse beni suçlamayın boş yere.. "Turist" olarak gidin siz de, bi ucundan diğeri 5 dakka zaten. Ya da gitmeyin yahu, bana ne? Niye vicdan muhasebesi yaptırıyorsunuz adama?

Red Light
Amsterdam, dünyadaki Musevi nüfusunun en güçlü olduğu şehirlerden biri. Zamanında Portekiz ve İspanya'dan sürülen Museviler büyük oranda Amsterdam'a yerleşmişler. Bu yüzden Amsterdam'in en bilinen isimlerinden biri de Mokum Alef. Anlamı "Kudüs'ten sonra en kutsal yer". Ne verimli dilmiş di mi? Mokum Alef diyorsun, anlamından kompozisyon çıkıyor.. Neyse iste. Museviler güçlü yani Amsterdam'da. Yolda yürürken rastlıyorsunuz da zaten. Hem Musevilere, hem de Mokum Alef ismine atıfta bulunan dükkanlara.. Bunun dışında; çoğunluk Protestan. İnsan her şeyin bu kadar serbest olduğu bir ülkede bu "protest" duruşu yadırgamıyor tabi. Ama Katolikler de yok değil. Eğer Roma'ya gittiyseniz, Katolikliğin, yani doğu Roma imparatorluğunun dünya üzerinde yayıldığı yerleri göreceğiniz bir duvar görmüşsünüzdür Collesium yakınlarında. Collesium ne mi? Hani İtalya'ya gidip Pisa turu yapmayan ve dolayısıyla Pisa kulesi önünde fotoğraf çektiremeyen insanların Facebook'ta profil resmi yapmak zorunda kaldıkları tarihi, yuvarlak, duvarların bir kısmı yıkık, eskiden içinde gladyatörlerin dövüştükleri yer var ya. Hah, o! İste o binanın tam karşısında bir duvar var, duvarın üzerinde de birkaç harita. İşte o haritalara yolunuzu düşürür de bakarsanız, en üstte beyaz alanın sınırını oluşturan yer Volendam kasabası.. 

O duvara da çekmiştim fotoğraf diye hatırlıyordum, çekmişim :) Kuzeydoğu'daki son nokta Volendam.

Bu kasaba çok zengin, çok dindar ve dışarıya eskiden kapalı olan bir yermiş. Çok küçük bir balıkçı kasabası olmasına rağmen geçen seneye kadar Hollanda liginde takımı vardı mesela, futbolseverler bilir. Bu dindar kasabanın en önemli özelliklerinden biri de her evin kapılarının farklı renkte olması. Niye dersiniz? Hadi 1 milyon hakkınız var :) Çünkü bu dindar Katolik kasabasında akşamlar promil oranı oldukça yüksek olan eğlencelere sahne oluyor ve eve donen halk kendi kapısının hangisi olduğunu ayırt edemiyormuş. Valla ne denir bilmem. İlginç tabi.. Hani dindar, tutucu falan denince insan hiç değilse akşam ezanından önce evde olurlar diye aklında geçiriyor sanırım :))


Volendam, artık turistik bir sahil kasabası olsa da
Kotolik inancını Protestan denizinden temsil eden ada olarak anılıyor..

Bu sosyokültürel konuya girmişken detaylı değinmekte fayda var. Protestan-Katolik çatışması hiç yaşanmamış değil ülkede. Günlük hayatta, sporda ve siyasette biraz çalkantılı dönemler olmuş. Bugün biraz boyut değiştirse de, Amsterdam ve Rotterdam şehirleri arasında da biraz "gıcıklık" durumları var. Rotterdam çok daha yeni ve yayılmış bir şehir aslında. Bir liman kenti. Yılda 35 bin gemi giriş çıkış yapıyormuş. Gerçi bu rakam sizin için ne ifade eder bilmiyorum, çünkü benim için bir şey ifade etmiyor ama sorduğum yetkili böyle anlatınca önemlidir diye düşündüm :) Aynı zamanda bir üniversite kenti. Meşhur Erasmus bu şehirde takılmış baya :) Çok yakışıklı da bir köprü var hatta Roterrdam'da ve onun adını taşıyor. Rotterdam'ın yeni olmasının nedeni eskisinin ortadan kalkmış olması doğal olarak.. Savaş yıllarında Rotterdam direniş gösteriyor. Direniş gösterince de yiyor tabi bombaları. Sonuçta liman kenti, stratejik önemi de var. Tabi Rotterdam'in halini gören Amsterdam bakıyor ki durum vahim. Direnmiyor. Dolayısıyla kurtuluyor da yağma ve bombadan.. Şimdilerde Rotterdamlılar Amsterdamlıları hafiften korkaklıkla suçluyor. Bu yaklaşım özellikle Amsterdam takımı olan ve büyük ölçüde Musevilerin desteklediği Ajax ile Rotterdam takımı olan Feyenoord arasındaki maçlarda en bariz şekilde görülüyor. Feyenoord taraftarları Ajaxlıları hainlikler suçluyor, Ajax taraftarı da onlara "hamamböceği" diye cevap veriyor. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap yani..

Hollanda'da hemen hemen her şehir "-dam" ile bitiyor. İstisnası var ama, genel anlamda öyle. Amsterdam, Rotterdam, Volendam, Zaandam falan.. Bu bir tesadüf değil elbette. Aklınıza gelen ilk şey ne bilmiyorum ama sanırım "damsız girilmez" falan değildir :) Ya da umarım değildir diyeyim :) Bu dam o dam değil. Bu dam, İngilizcede de kullanılan, baraj, set, bent anlamındaki dam. Hani dedik ya şetlerle korunuyor ülke diye.. İste şehirlerin adı aslında Amster seti, Rotter seti gibi bi şey..

 Dam Meydanı, Amsterdam'ın en merkezi noktası..

Merkez İstasyon hem Dam Meydanının, hem de tüm Hollanda'nın en gösterişli yapılarından..
İronik ama, doğru dürüst toprağı olmayan ülke dünya tarım ve hayvancılığına yön veren sayılı ülkelerden biri. Sadece ornemental bitki üretiminden yılda 18 milyar dolar kazanıyorlarmış. Toprak olsa ne olacaktı acaba? Hollanda kırsalında gezerken, pardon yahu, ne kırsalı.. Düzelteyim. Hollanda'da gezerken sağda solda bol bol inek görüyorsunuz. Otlaklarda başı boş yayılmış falan.. Bunlar fotomodel inekler. İlgi çeksin diye yaz kış ortalıkta gezinmelerine izin veriliyor. Yani kışın o hayvanların dibi donuyor muhtemelen :) Temel fonksiyonları süt vermek falan değil. Fotomodellik işte.. Hayvancılık bu kadar alt yapısı gelişmiş bir şey olunca süt ve süt ürünleri de oldukça bol ve ucuz tabi. Özellikle süt, dünyada sudan daha ucuz olarak bulunduğu tek ülkenin Hollanda olduğu iddiasında. Nasıl bir cümle oldu bu böyle? Neyse.. Süt sudan ucuz kısaca. 

Gerçi bunlar inek değil ama, biliyorsunuz sütü-yoğurdu en değerli hayvanlardan biri de camış. Camış demek de amma komik ama ben napayım adı o. "Water buffalo" deyince daha karizmatik duruyor ama, hayvan aynı hayvan sonuçta :)
Bildiğiniz gibi Hollanda bir peynir ülkesi. Bilmediğiniz gibi ben de bir peynir severim. Çok severim hem de. O zaman bir peynir çiftliğine gitmek lazımdı tabi. Ben genel olarak turistik şeyleri ve yerleri sevmiyorum. Yani bir yerde yaşayan halk turistik yerlerde takılmayacak kadar akıllı oluyor genelde. E ben de gidip gerçek şeyleri deneyimlemek isterim işte. Hollanda'da yapamadım maalesef. Aslında daha önce de baya bi gelmiştim ama, hiç birinde yapamadım. Yine olmadı.. Dandirik bir çiftliğe attık iste kapağı. Önce saçmalıktan başlayayım :) Bir tahta ayakkabı olayı var Hollanda'da. Bundan bilmem kaç sene önce, özellikle hayvancılıkla uğraşanların ayaklarına inek falan basınca canları çok yanıyormuş. Temelde bunu önlemek için çıkmış bu tahta ayakkabı. Bir kütük parçasını oyuyor ve ayakkabı haline getiriyorlar. Çivi yok, birleşme yok. Tek parça. Zamanında günde 2 çift yapılırmış en fazla. Şimdi torna çıkınca günde 300 tane de yaparsın 3000 de tabi.. Daha çok hediyelik eşya artık tabi. Normalde kaç numara giyiyorsan biraz daha büyük alıyorsun. Daha doğrusu almıyorsun :) Yani alsan ne olacak, kütük işte. Salak mısın? Hiç kimse ayağında yarım kilo taşımak istemez sanırım. E çirkinlik konusunda bir Ugh değiller tabi ama, çirkinler yani.. E niye alayım o zaman. “Sen başkasına kakala artık teyzem” diyerek peynir kısmına geçtim ben. 

Ahşap ayakkabı yapımı..
Peynirci ve Ahşap ayakkabıcı aynı binada..
Hollanda peynirleri bol yağlı. İçinde bitki tohumu olandan dumanda tütsülenmişe kadar dünyanın çeşidi var. Dışında kaplı olan mum tabakası bayatlamasını falan önlüyor. O mum tabakasının da bi adı vardı ama unuttum şimdi. Google’a yazıp karizma yapmak vardı ama uçaktayım. Ah bu yokluk! Buzdolabına koyulmuyormuş. Ya peynir işte. Eşi benzeri yok diyemem. Güzel, o kadar.. Abartacak bi tarafı yok yani. Bir Ezine değil mesela..

Amsterdam'da bir peynir dükkanı
Hollanda peyniri temel olarak bizdeki "kaşar" türevlerinden oluşuyor..
Geleneksel Hollanda mimarisi ve yaşam şeklini görmenin en güzel yollarından biri de Marken ziyareti. Marken aslında bir ada. Adaymış daha doğrusu.. Sonraları deniz bağlantısı zaman zaman sorun yaratınca ana karaya bağladıkları bir yol inşaa etmişler. Bir adaya bir kara aracıyla ilk gidişim değildi ama ilginçti yine de. Bir de Japonya'da Osaka Kansai havaalanı vardı. Ahhh ah, gençliğim :) Gerçi o suni bir ada ama olsun. Ona da trenle gidiliyor. Neyse.. Marken demiştik.. Marken birbirine benzeyen minik evleri, insanı "yeter lan ne bu sessizlik, az bi hareket olsun artık" diye bağırmaya sevkedecek huzursuzluk yaratan huzurlu havası ile mutlaka görülmesi gereken bir yer. Evler aslında kazıklar üstünde, denizin içinde duruyor ama bunu hissetmiyorsunuz. Çünkü o kazıkların arası kapatılmış ve bir kiler kazanılmış. Ama biliyorsunuz artık, söyledim iste :)Adanın tümünü gezmek limandaki cafelerde oturup bir şeyler içmek de dahil olmak üzere 1 saatte biter. Profil fotoğrafı çektirecekseniz 1 saat 15 dakka diyorum. Kızsanız 1 buçuk saat. Kafasını hafif sağa düşürerek fotoğraf çektirecek kızsanız, sildiklerinizle beraber toplam 2 saati bulabilir. Sıcak çikolatası meşhurmuş ama inanmadım tabi. Sıcak çikolata iste, endüstri ürünü. Ne içtim hatırlamıyorum ama gıcıklık yapıp önerilen sıcak çikolatayı içmediğimi hatırlıyorum :) 

Marken, insana huzur veren, sessiz bir ada. "Ada" imiş daha doğrusu..
Marken Limanı saatlerce denizi seyredebileceğiniz, huzurlu bir rıhtıma sahip

Bu ev meselesine girmişken biraz detaylandıralım bence.. Arazinin az olduğu bir yerde emlak değerinin yüksek olduğunu tahmin etmek için olağanüstü bir zekâya gerek yok elbette. Hollanda'da bina pahalı. Ne pahalısı, çok pahalı.. Köy yerinde orta halli binalar 400 bin Euro falan. 2-3 tane almaya niyetlendim ama sonra setlere güvenemeyip vazgeçtim ben :) Tipik Hollanda evi denince akla gelen o dik çatılar mesela.. Niye sizce? Birazcık mimariden anlayan herkes yerel mimari ile iklim ilişkisini kurar ve çuvallar :) Çok bilmek kötü bazen.. Normalde dik çatı çok kar demektir çünkü. Kar durmasın, yığılmasın ve gitsin diye dik yapılır. Hem ısıtma sorunudur, erimek için binadan ısı alır, hem d ciddi bir yüktür çünkü. Hollanda'da ise durum tamamen ekonomik. Çatıyı dik yaparak çatıdan duvar yapıyorlar bir anlamda. Maliyetsiz bir kaç oda daha çıkartıyorlar yani, iklimle ilgisi yok. Zaten kar falan da yok doğru dürüst..

Çatılar dik, çünkü 2. katı ucuza mal etmek gerekli.. Duvarla çevirip üstünü kapatacağına çatıdan duvar yapmış amca..
Yakın bir geçmişe kadar özellikle Amsterdam'da binalar için cephe vergisi uygulanmış. Niye? Çünkü toprak az ve herkes evin cephesi ana kanalları görsün istiyor. İstiyor da, istemekle olmuyor tabi. Para lazım.. Demişler ki, parayı veren cepheyi çalar.. Böyle olunca komik bir durum oluşmuş. Binaların cepheleri daracık, arkaya doğru genişleyerek devam ediyor. Ana girişler bu daracık cephelerden elbette. Zaten çoğu bitişik nizam evlerin. Başka yer de yok girmek için. Bu aynı zamanda bir sorun demek. Çünkü kapı dar, merdiven dar.. Hatta dünyanın en dar cepheli binası Amsterdam'da. 70 cm miydi neydi, öyle bir şey.. İyi de bu eve tv girecek, çamaşır makinesi falan girecek.. Nasıl olacak peki? Komedi burda başlıyor.. Her binanın çatısında bir çengel var. Basit bir makara sistemi.. Eşyayı aşağıdan bir çengele takıyor ve halatla yukarı doğru çekiyorsunuz. Pencerelerin cepheye bakanları tamamen açılıyor ve eşyayı içeri alıyorsunuz. Bakın alıyorsunuz diyorum. Siz yani.. Allah mı söyletiyor nedir.. Hep beraber Hollanda'ya gidiyoruz sanırım :)

Bina cephelerinin darlığı "cephe vergisi" yüzünden. Tüm binalar arkaya doğru genişliyor..
Aslında, gidemeyiz. Nedenini biliyorsunuz, yer yok. Ülke nüfusu 12 milyon. Çok sayıda göçmen var ve bunları en büyük kısmını Türkler oluşturuyor. Resmi rakamlar 350 bin diyor ama her sene Antalya'da turist peşinde koşturan sabırlı Türk gençlerimizin de katkısıyla bu rakamın 450 bin civarında olduğu söyleniyor. Gayri resmi rakam tabi.. Amsterdam'da hanelerin %60'i tek kişiden oluşuyor. Tabi saymadım, resmi veriler böyleymiş :) herhalde köpek falan besliyorlardır. Yoksa insan sabah aksam PES oynayarak ve coffee shop'larda takılarak vakit geçiremez ya.. O da bir yere kadar yani. Hayır tamam cool ol ama bir şeyler yap gözünü seveyim. Tek başına evde ne edecen yani? Zaten dünyanın parası, maliyetin kurtarmıyor. Sen 400 bin euro edecek adam mısın? :) Ohh.. Bütün kinimi kustum ve rahatladım sanki..

Hollanda'da dolaşıyorsan sık sık göreceğin şeylerden biri de 3 tane "x"nın nazar boncuğu gibi her yerde duruyor oluşu.. Aslında tam da nazar boncuğu bu "xxx" lar. Amsterdam'ın resmi bayrağında da var. Bulunduğu binayı sele, yangına ve salgın hastalığa karsı koruduğuna inanılıyor. Yani gel de kızma ve şaşırma.. Adamlar dünyanın en büyük şirketlerine sahip. Shell'den Ing Bank'a, Daf'tan en büyük inşaat firmalarına kadar. Ama ülkeyi koruya koruya 3 adet artı koruyor işte.. Bizde olsa güleriz.. Bana tek faydası tarihte en çok bu 3 afetten çektiklerini anlamak oldu. Afet demişken, bir Türk olarak bir yere gittiğimizde sorduğumuz ilk sorulardan biri mutlaka nedir? “Burda deprem oluyor mu?” :) Gülecek bir şey değil aslında ama, tipik davranışlarımızdan biri olmuş, o komik. Hollanda bir deprem ülkesi değil. Ölçülen en büyük deprem 4,5 şiddetinde olmuş. Olmuyor da değil ama depremden koruyan "x" yok mesela.. :) 

Soldaki Hollanda bayrağı malum.. Sağdaki de meşhur "xxx" işte.
Ülke trafiği kötü durumda. 12 milyon nüfus, 2 milyon araç.. Nasıl kötü olmasın? Özellikle is çıkış saatleri kilit.. Hollanda'da çalışma saatleri standart değil. Esnek çalışıyorsunuz. Yani günde 8 saat çalış da, ne zaman istersen artık. Dolayısıyla işten çıkış saatleri de bi hayli fazla. Aslında tam da herkes aynı saatte çıkmasın diye alınmış bir önlem kuvvetle muhtemel. Ama mesela öğleden sonra saat 3-4 gibi acayip bir yoğunluğa denk gelebiliyorsunuz. Trafik temel olarak denizlerin altından gecen tüp geçitlere bağlı. Habire yenisi yapılıyor, ki bu da başka bir kilit sebebiydi ben ordayken. Kıta Avrupa'sında olmazsa olmazlardan metro Hollanda'da henüz yok. Nasıl olsun? Toprak mı var da altından metro geçirsin adam? 10 senedir falan inşaatı sürüyormuş. Yapıyorlar yani.. Ne zaman biterse artık..

Bisikletin her modeli mevcut.. Kamyonet modeli bile! :)
Trafiğe dönecek olursak, ister istemez mümkün olduğunca araç kullanımını azaltacak önlemler alıyorlar. Bisiklet Hollanda'da patron zaten. Özel yolları var ve bisiklet yolunda bir bisiklet size çarparsa hakkınız yok. Dikkatli olacaksınız. Ambulansın önüne atlayın ama bisiklete yaklaşmayın Hollanda'da. Herkes bisiklet kullanıyor. Bir anne mesela, bebek arabası monte edilmiş bisikletine 2-3 çocuk sığdırıp yola düşüyor. Yine el arabası gibi bir tekne eklenmiş bisikletler var. Doldur doldurabildiğin kadar.. Bisiklet olup Hollanda'da yaşamak var yani. Zaten Hollandalılar "Porsche'lerin bisikletlere yol verdiği ülke" olarak tanımlıyorlar kendilerini.. 

Hollanda'da bisiklet olmak var.. :)
Hollandalılar biraz cimri biliniyorlar.. Hesap kitap yapmadan para harcamıyorlar yani. Bisiklete binmelerinin tek nedeni hava almak değil tabi. Ülke politikası gereği, bisikleti teşvik etmek için yakıt çok pahalı tutuluyor. Neredeyse Türkiye kadar! Dönem dönem Türkiye'de, dönem dönem de Hollanda'da yakıt daha pahalı oluyor ama arada uçurum olmuyor. Avrupa'da liderlik yarışındayız yani Hollanda ile :) Avrupa Avrupa duy sesimiziiiii...

Ben az yakan, küçük bişe tercih ettim :)
Bisiklet bu kadar yaygın olunca bisiklet parklarından geçilmiyor ülke. Her yer göz alabildiğine bisiklet dolu. Eh, bu durumda bisiklet hırsızlığı da yaygın. Kimse yadırgamıyor da gerçi. Sanırım işi olan alıp gidiyor bisikleti.. Sahibi de poliste uğraşacağına yenisini alıyor. Zaten Amsterdam'da kanal turu yaparken en büyük geyiklerden birini oluşturan "bu kanal ne kadar derin" sorusuna kaptanların verdiği cevap konuyu özetliyor. 1 metre su, 1 metre çamur ve 1 metre de kanala atılmış çalıntı bisiklet olmak üzere, 3 metre! :)

Hollanda'da yakıt pahalı ama milletin de parası yok değil. Gerçi Euro'ya geçiş hiç hatırlamak istemedikleri, altın çağlarının bittiği dönemi hatırlatıyor onlar için. Para yaklaşık olarak %60 değer kaybetmiş. Bu üreticiler için çok daha fazla kar demek ama sabit ücretliler ayvayı yemişler iste.. Yoldaki halk son dönemde Yunanistan'a sallıyor biraz. Bir kaç büyük şirket sallanmış ekonomik daralmadan ötürü. Mesela, kraliyet hava yolları. Meşhur KLM yani. Hani ulusal gururları rencide olmasın diye ismi değişmemiş ama bildiğin Air France olmuş. Böyle yani, tüm Avrupa gibi Hollanda da hafif depresif ekonomik gelişmelerden ötürü.. 

Euro geçişi üreticiye yaramış demiştik ya.. Parayı bulan üreticiler ne yapmış? Mesela araba almışlar.. Aynı biz di mi? :) Ülkede dolaşırken bir sürü spor araba görmek mümkün. Ama ülkede hız sınırı genelde 90 km. Otobanlarda nadiren 100, yeni yeni 110 km.. Altında 250 km hız yapabilecek spor arabası olan adam ne yapsın peki? Salak değil ya bu adam, 90'la gidecekse niye kıyıyor parasına? Cevabı basit; Hollanda hız turisti ihraç ediyor :) adam hafta sonu arabasına atlıyor mesela, basıyor Almanya'ya gidiyor. Orda hız sınırı daha yüksek çünkü.. Zaten olayın şu boyutu da yok değil; Saatte 200 km hız yapsan 20 dakikada zaten ülkenin dışına çıkmış olacaksın, ülke bitecek çünkü :) Bari git rahat rahat sür. 


Bu arada Hollanda'da plaka sistemi çok basit: Kural yok :) Sadece yıla göre, sıradan veriliyor.. Bir plakanın hangi şehre ait olduğunu anlamak mümkün değil. Zaten nereye ait olacak ki? Hap kadar ülke.. En fazla 2 saatlik yol.

Bisiklet de bi yere kadar! :)
İngiltere'ye giden London Eye, İtalya'ya giden Pisa kulesi, Amerika'ya giden özgürlük anıtına yakın bir fotoğrafı olsun ister ya.. Eeee? Hollanda'da durum ne sizce? Elbette yel değirmenleri.. İnsan ister istemez tarihini merak ediyor tabi. Ben mesela, buğday falan çok muymuş acaba diye düşünmüştüm. Zaten toprak yok, eskiden teknoloji de böyle değildi.. E neydi mesele peki? O yel değirmenlerinin bizim bildiğimiz değirmenle fazla alakası yokmuş aslında. Daha doğrusu buğdayla, unla falan alakası yokmuş. Temel amaç aslında yine endüstrileşme yolunda adım atmak. Rüzgar gücünü mekanik enerjiye çevirip torna atölyeleri falan kurmuş adamlar. Üretim maliyetleri düşmüş, hız ve kalite artmış. Aslında Hollanda'nın rüzgarla muhabbeti bugün de fena değil. Birçok yerde rüzgâr enerjisini elektrik enerjisine çeviren rüzgar gülleri var. RES mi diyorduk onlara? Öyle bir şey.. Ama Hollanda kamuoyu o rüzgar gülleri hakkında çok da iyi şeyler düşünmüyor aslında.. Yorum genel olarak "yeşil enerji akımının ülkeye attığı en büyük kazık" olduğu yönünde. Çünkü çok pahalı yatırımlar ve kendini amorti ediş süresi çok uzun. Bununa birlikte verimlilik sorunu olduğu düşünülüyor. Doğru ya da yanlış, bilimsel veri olmadan konuşmak zor ama benzer bir acilim yakında bizim için de gündeme gelecektir. Uyanık olmak lazım, serzenişte bulunan bir örnek var ortada..

Ülkenin simgesi olan yel değirmenleri aslında sanayi devrimini başlatmış Hollanda'da. Tabi bu replika, sazan turistleri avlamak için.. Ben üstüme alınmıyorum, çünkü orjinalini gördüm öncesinde :)
Bu da orjinali..
Hollanda'da yabancının çok oluşu yeme içmeyi sorun olmaktan çıkarmış. Her tür restoran var. Türk, Hint, Çin, Japon, İtalyan... Ne istersen var. Ben yeme içme konusunda sorun yasamam. Daha doğrusu sorunum genelde "yine fazla mı yedim" olur. Dekorasyonuna kanıp yakışıklı bi pizza yemek için girdiğim bi İtalyan restoranının Napolili sahibi ile baya bir muhabbet ettik önce. Futboldan falan bahsettik. Beşiktaş'ı biliyor.. "Benim için sadece Trabzonspor var" dedim. Beşiktaş'ı soruyor ısrarla.. Yahu yok, gel ben sana Trabzonspor'u anlatayım diyorum, yine ısrarla.. :) neyse, konu uzadı işte baya. Kim daha büyük falan.. Dışarı çıkarken "ya hemşerim ne azimli Trabzonsporlusun sen öyle" dedi. Bingo!!! Adam Urfalı meğerse.. Türk restoranı açmış, tutmamış. “Türkçe konusunca da kimse gelmiyor” diyor. İçerde İtalyanca parçalıyor ama gerçek bir İtalyan gelince ne yapar bilemem. Biz İngilizce konuşuyorduk, ortalama İtalyandan iyiydi açıkçası.. 
Kan çekiyor tabi.. :) Amsterdam'da çok kültürlülüğün bir parçası da dünya mutfağını bulabilmek..
Hollanda'ya yakıştırılan "portakal" konusu da bir başka ironi. Ülkenin portakalla ilgisi yok. Ülkede portakal yok zaten. Tamamen kraliyet ailesinin soyadının "Orange" olmasından kaynaklı bir durum. Önceden bayraklarında da turuncu varmış. Sonra, özellikle açık denizlerde turuncu fark edilmiyor ve kazayla vurulan gemiler oluyor diye vazgeçmiş, turuncuyu kırmızı yapmışlar.. İste bu futbol milli takımlarının meşhur turuncu rengi de o portakal renginden geliyor..

Futbol demişken, Hollanda'da futbol kültüründen de bahsetmek gerek sanırım. Özellikle altyapı konusunda iyi olmalarıyla biliniyorlar. Bir tarım ülkesi olarak çim konusunda da dünya çapında uzmanları var. Golf sektöründe binlerce dolar maaşa çalışan dünyaca ünlü green keeper'larin birçoğu da İngiltere ile birlikte Hollanda'dan. Stadyumları yıllarca maça gittikten sonraki gün oturduğu beton yüzünden ertesi güne kadar karın ağrıları çekmiş biri için haddinden fazla konforlu. Kısın ortasında montunu çıkartıp maçı seyrediyorsunuz iste. Gerçi benim tribünde sıcaktan uykum geldi de PSV karşısındaki Trabzonspor'a ne oldu da sahada uyudu, onu anlamak güç. 

Ajax Amsterdam Arena dünyanın en iyi stadyumlarından biri olarak gösteriliyor..
PSV Eindhoven'ın stadının içi stadyumdan çok gece klübünü andırıyor :)
Hasılı, Hollanda iyidir, güzeldir, çılgındır, şaşırtır, eğlendirir, küçüktür, biraz kazıktır, çok kültürlüdür, hafif cimridir ve mutlaka görülmelidir. Ben kışın ilk kez gittim. Deniz seviyesinin altında olduğu için soğuğu abartılı değil. Çok fazla da kar yağmıyor zaten. Ama Hollanda demek lale demek, lale demek de bahar demek tabi. Hani baharda gidin diyeceğim ama tam sezonu bulmuş olacaksınız. Lale dönemi her şey çok daha pahalı. Sezon yaz değil bahar yani. Keukenhof gibi dünyanın lale başkentini görmek için fazlasıyla değer!

Neyse bitireyim artık. Normalde benim gezi yazıları daha bi eğlenceli olurdu sanki. Artık ya yaşlanıyorum, ya da bunları sürekli uçak yolculuğunda yazdığım için yorgunluktan bu kadar komik olunabiliyor. Adıyaman üstünde uçarken Hollanda anlattım iste, daha ne olsun. O kadar yorgun, ukusuzum.. Hadi kaçtım ben şimdilik, finito. Uçakta uyuyayım bari.. Birazdan zebani görünüşlü hostes gelip "inişe geçiyoruz, koltuğu dikleştir, pereyi aç" falan diyecek :/

2 yorum:

  1. Ilgiyle okudum.
    Not: "Hap kadar ülke" ;)

    bu sözü unutmam herhalde artik...

    Tayfun Ö.

    YanıtlaSil
  2. Kalitenin kokusunu alırım. Marjinal kaleminiz var. Dokunuşlarla, zorlamadan yapılmış hissi veriyor. Gezmiş ve yaşamış kadar oldum. :)

    YanıtlaSil