30 Ağustos 2010 Pazartesi

Teşekkür ve Özür Arasında Bir Yaşamın Ülkesi: Japonya

"Tipik" olmak kötüdür. En azından bence. Yine bence, siz de "tipik" olmayın, uzun vadede kazanırsınız. İnsan bulunduğu ortama, etrafındakilere, yakın ilişkiler kurduğu çevreye farklıklar getirebilmeli. O yüzden, hayatı boyunca annesi, ablası, arkadaşları tarafından "tuhaf" bulunmuş olmaktan gocunmadım. Zaten bence de herkes bi tuhaftı! Bir gezegende yaşayan insanların neredeyse tümünün en sevdiği çiçek sorusuna vereceği 3 tane cevap olması tuhaf değil mi? Ne olur yani herkes papatya, gül ve karanfil sevmese...

Niye buradan başladım? Aslında istediğin kadar farklı ol, yetiştiğin çevreden çokca şey de kapıyorsun. Ortaokulda sevilen bir hocanın tayini bir başka şehre çıktığında kendisi için yapılan veda gecesinde "Biz Anadolu çocuğuyuz, Anadolu çocuklarında ilk göz ağrıları önemlidir" gibi bir cümle kullanmıştı. Ne alakaysa kalmış aklımda :) Hasılı, sanırım tuhaf da olsak -ve eğer hocanın dediği gibi coğrafya ile paradigmalar arasında bu denli güçlü bir ilişki varsa- benim için (bile) ilk göz ağrıları önemli. Japonya da en çok bu yüzden özel ve güzel. Tabi yine benim için... Üniversiteyi bile ortaokul gibi oku, 4 sene boyunca sabah kalktığında anneciğin kahvaltını hazırlamış olsun, bu tostun arkası niye yanmış diye artislik yapıp sofraya oturma, sonra kalk Japonya'ya git. Mutfağını ve tuvaletini 38 farklı ülkeden adamla paylaş hem de. E nasıl özel olmasın benim için Japonya?

Bu yazı bir ülkeyi anlatabilecek kalibrede değil, onu baştan söyleyeyim. Ama Tokyo'da 3 gün kalıp "İşte Japonya" diyenlere de gıcığım, orda uzun zaman geçirmiş ve ülkeyi baştan aşağı dolaşmış biri olarak yazdıklarımın değersiz olduğunu da düşünmüyorum. Bu konuya değinme nedenim, bu yazının bir gezi rehberi olmadığı gerçeğine vurgu yapmak. Nerede ne yapılır falan, bunlar boş işler. Herkes hayatı farklı algılıyor ve farklı yaşıyor. Ben yaptıklarımı ve hissettiklerimi yazayım. Siz de size uyduğunu düşündüklerinizden çıkarımlar yapın. Ben çok okuyorum böyle blogları ve gittiğim yerler için yazılmışlara rastlayınca genelde abartıldıklarını düşünüyorum. Ben abartmamaya çalışacağım, bakalım olacak mı. Şimdilik sadece, genel hatlarıyla bir "Japonya"...

Nerde kalmıştık?

Üniversitedeki 4 yılın ardından "bu ne yahu, bu ülke bu gezegende değil miydi" dediğim 11 saatlik bir uçuştan sonra indim Japonya'ya. Bindiğimde gündüzdü, indiğimde yine gündüz. O zaman adının jet lag olduğunu bilmiyordum tabi ama, yemin ederim ben bu olayı kendi kendime bulmuştum. A-aa...!!! Herkes Japondu! Sanırım bu yüzden sebepsiz gülüyordum... Sonra hep güldüm zaten. Şaşkınlıktan, mutluluktan, saçmalıktan... Japonya "yurtdışı" olmaın ötesinde bir başkalık ülkesi. Tren saatlerinin 11:33:27 gibi yuvarlanmamış zamanlarda olduğu titizlikte, el kadar çocukların Ocak ayında kısa kollularla gezdikleri boş vermişlikte, sessiz bir tapınağın huzurunda ve Shinjuku'nun geceyi gündüz yapan parlak, gürültülü yaşamında...

Gecenin bi yarısı Shinjuku'da müzik yapan gençler. Hem de ne müzik...

Neyse, bu faslı kısa kesmekte fayda var. Başlığa gelelim... Niçin teşekkür etmek ve özür dilemek arasında bir ülkeden bahsediyoruz? Çünkü, Japon kültürünün günlük yaşama yansıması bu iki eylem odaklı. Sebepsiz yere de olsa özür dileyip teşekkür ediyorsunuz :) Garip mi geldi? Peki, öyleyse empati yapın. Biz misafirlere niçin kolonya döküyoruz mesela? Kötü mü kokuyorlar? Ya da niye nereye gitsek "çay içer misin" diye soruluyor? Hadi Rize'yi anlarım... Ne bileyim, Afyon'daki adam niye bakkal arkadaşını ziyaret edince çay içsin ki? Gel de anlat bakalım elin Japonuna. Dolayısıyla, bu dünya böyle bir yer işte. Bir algı mekanizması oluşturuyor ve algılmaya başlıyoruz, hem bireysel, hem toplumsal olarak. Şaşırmamak lazım, keyif almaya çalışmak daha anlamlı... Her neyse, önce garip gelse ve yadırgasanız da, zamanla alıştığınız hatta sevdiğiniz bir durumu oluşturuyor bu. Bir de bir kez kaptınız mı, daha çıkışı yok :) Neredeyse 10 sene sonra tekrar gittiğimde Japonca konuşuyorken eğilip duruşum birlikte gittiğim Türklere garip gelse de bence çok normal bir refleksti mesela. "Şuraya gitmek için hangi trene binmek lazım? Haa, öyle mi. Çok teşekkür ederim, özür dilerim, tekrar teşekkür ettim, kusura bakmayın..." :) Güzel yahu... Adama şükranlarını sunuyorsun işte. Dalga geçecek bir durum yok. Zaten tüm mimikleriniz de spontane gelişiyor, planlanmış birşey de yok. Sadece yanınızda Japonya'ya yabancı Türk varsa bol bol gülerler size... E o kadar da olsun, bilmemek ayıp değil ;)

Beden dili Japonca'nın belki de en önemli parçası... Teyzem büyük bir disiplinle yaptığı işi yarım bırakarak bana yolu tarif ediyor. Yine büyük bir disiplinle. Japonya'da bunun alternatifi yok zaten, işini ya ciddi yaparsın, ya da Japonya'da Japon olmazsın.

Japonya Türkiye'nin yarısı kadar yüz ölçümüyle neredeyse 2 katı bulan nüfusa sahip bir ülke. Dolayısıyla nüfus yoğunluğu "dehşet" boyutlarda. Hele Tokyo'da... Bizim Kapalıçarşı'ya kalabalık falan demeyin, ayıp olur. Tokyo'daki birçok istasyonda Kabe'deki hacılar gibi, sadece kalabalığa karışıp sizi götürdükleri yere gidiyorsunuz. Bulunduğum yerin yanlış trene giden insanlarca oluşturulmuş bir kalabalık olduğunu fark ettiğimde ordan çıkmaya çalışmak yerine bir sonraki "yanlış" istasyondan dönmeyi tercih ettiğimi bilirim :) Benim için kabul edilebilir olsa da bir Japon için bu durumun bir açıklaması yok. Çünkü, vakit her yerde nakittir ama, Japonya'da nakitten de fazlasıdır... Özellikle Tokyo sabah-öğle-akşam siyah takım elbiseli adam ve kadınların, bazen ellerindeki küçük çekçekli valizleriyle bir yerlere koşturdukları bir yer olarak aklınızda kalıyor.

11 saniyen var, geç bakalım karşıya. Karşıdan gelenlere de çarpmadan...

Hayatın hızlılığı, yer darlığı ve bunların getirdiği pahalılık bir gece buluşup sıkı bir eğlenmişler Japonya'da :) Sonra, gece olunca yatacak yer aramışlar. Hızlılık "çok uzağa gitmeyelim" demiş. Yer darlığı "çok büyük olmasın" demiş. Pahalılık "çok para harcamayalım" demiş. Ne yapmışlar? Bir duvara koskocaman, tabutvari  delikler açmışlar. Girmişler içine, sabaha kadar deliksiz uyumuşlar... O günden sonra bu deliklere kapsül, bu deliklerin olduğu yerlere de kapsül otel denmiş. İnananlar...?   Ben de öyle tahmin etmiştim :) Elbette uyduruyorum. Gerçi hikaye uydurma ama, felsefesi doğru. Kapsül otel tam da bu nedenlerle doğmuş bir fenomen. Duvarın içine doğru, artık arı kovanı mı dersiniz, çekmece mi dersiniz, tabut mu dersiniz bilmem de, boylu boyunca ancak sığacağınız bir deliğe girip ayak ucunuzdaki hasır sürgüyü kapatınca, alın size bir oda! Klostrofobik gelse de bence çok mantıklı, çok da zevkli bir deneyim. İçinde kliması, televizyonu vs var. Güzel güzel uyuyor, sabah da genellikle üst katta bulunan public banyoda duşunuzu alıp, yine aynı mekan yakınındaki dolabınızdan eşyalarınızı alıp yola koyuluyorsunuz. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var. Japonya'da bu tür yerlere girerken sıklıkla "dövmesi olanlar giremez" uyarılarıyla karşılaşırsınız. Gerçekten de almazlar ve bunun temel nedeni Yakuza'ların da dövmeli olmaları. Aklınızda bulunsun...

Tokyo'da kapsül otel. Komik olduğunu biliyorum, fedekarlık işte...

Öğrenmenin sonu yok. Minimalizmi, alanları verimli kullanmayı da öğrenmek lazım. Bizdeki ilk örneklerinde alttaki araçların pert olma ihtimalleri yüksek olur ama, olsun. Bir yerden başlamak ve bu ülkeyi daha rahat yaşanır hale getirmek gerek.

Japonya ile ilgili söylenen en büyük şehir efsanelerinden biri de yemekleriyle ilgili. Yok maymun, yok köpek... Saçma sapan şeyler. Yok böyle birşey, rahat olun. Ben -ikinci gidişinde 15 gün kalıp 3 kilo almış biri olarak- beğeniyorum yahu Japon mutfağını... O 3 kilo da 3 aydır hala benle bu arada. Ama gidecek tabi. Neyse, dönelim yine Japon mutfağına... Bir yabancı için Japon mutfağıyla ilgili sorun yaşanmaz demek çok doğru değil ama, kişisel şeyler bunlar. Ben 10 sene önce ilk gittiğim günde de hiç bir sorun yaşamamıştım, son gidişimde de. Hatta özlemişim... Tofu gibi niçin yendiğini Japonların da çözemediği ama mutlaka yedikleri tatsız-tuzsuz istisnaları saymazsak, ben bayılıyorum Japon mutfağına ve "önüne koskoca porsiyonu koyacağına, az az 100 çeşit yesene" mantığına. Geleneksel bir Japon restorantına giderseniz, ki bunun için cebinizi doldurun gidin, sadece servis 1 saatten fazla sürebilir. Siz yedikçe yeni birşeyler geliyor ve bunlar daha önce de söylediğim gibi küçük porsiyonlardan oluşuyor. Gelen birçok şeyin içinde sevdiğiniz özel birşey çıkarsa da bu aklınızdan çıkmıyor. Çünkü çok küçük, hemen bitiyor ve gelecek bir sonraki şeyin ne olduğunu çok merak ediyorsunuz. Tabi bir de günlük Japon yemekleri var, Japon fast-food'u var. Fast food demişken, Yoshinoya'yı baş köşeye koymaz lazım. İnek etinden yaptıkları haşlama-kızartma arası eti pirinçle servis ediyorlar. Sabah, öğle, akşam hep dolu bir zincir. Eğer 4-5 kişi iseniz yer bulma şansınız az. Ama mutlaka deneyin bu "turuncu" tabelalı restorantı.
Japonya'nın en popüler fast-food zinciri

Sushi ve sashimi herkesin ağzında sakız olan -hem gerçek hem mecazi anlamda tabi :))- o meşhur "çiğ balık". Tabi sadece balık değil, onlarca farklı deniz ürünü ve sebzeden oluşuyor. Bir o kadar da sos. Bence bunlar da güzeller. Açık konuşmak gerekirse Türkiye'de ya yemedim, ya da yediysem hatırlamıyorum. Ama sadece Japonya'da değil, diğer ülkelerde de görünce girip deniyorum. En son Londra'da da 10 Türk'ü bir Japon lokantasına sokup yarı aç çıkarmışlığım vardır :) Gelelim benim favorime: Okonomiyaki. Ben bunun "kendin pişir kendin ye"lerine bitiyorum. Niye benzeri Türkiye'de yok bilmiyorum ama, ortası sac ve altında LPG yanan bir masadan müteşekkil bir hadise bu. Oturuyorsun, malzemesine göre önüne getirilen kabın içinde ne varsa saca boca edip pişiriyorsun. Yok böyle bir zevk yahu... Benim gibi delisi iseniz pişmesini bekleyemeden yarı çiğ yiyorsunuz. Oofff of, olsa da yesek şimdi.

Geleneksel Japon restorantında onlarca servisten biri. Buzun üzerinde bildiğiniz çiğ balığa ve soğuk yeşil çaya dikkat. Bence tadı da güzeldi...
Deniz ürünleri, yani sea food, yani Japoncasıyla "şiifudo" Japon mutfağının can damarı. Bizdeki kokoreç kültürüne benzetilebilir bu versiyonu. Çok daha sağlıklısı tabi ki. Ben her ikisini de seviyorum sanırım.

ve benim favorim: Okonomiyaki. Ortadaki alan kızgın sac. Kendin pişir kendin ye yani. Eski patronum Watanabe san, Arzu Hoca ve ben, Tokyo 2010.
Ülke Japonya olunca etler bile bildiğin kare formatıyla geliyor... Al eline gönye bak, tüm köşeler 90 derece! :)


Ve gelelim Japonya'nın belli başlı önemli noktalarına...

Tokyo...

Tokyo her ne kadar dünyadaki birçok insanın aklındaki temel Japonya imajının temsilcisi de olsa, birçok Japon için fazla karmaşık, gürültülü ve stresli bir yaşam sunuyor. Her zaman bir koşturmaca... Dile kolay yahu, 35 milyon insandan bahsediyoruz. Ve bunların hepsi bir şehirde yaşıyorlar. Haydi kendinizi metroda gördüğü bir kıza aşık olan yakışıklı çocuğun yerine koyun... Gidip konuştun, konuştun. Yoksa hayatının geri kalanında bir daha ona rastlama ihtimalin varsa da benim hesaplayamayacağım kadar karmaşık ve az :)) Bununla birlikte, vallahi de billahi de benim gecenin bir yarısı Tokyo'nun en kalabalık yerinde eski patronumla karşılaşmışlığım vardır. Çok güzel bir sürpriz oldu ama, dünya küçük. Hiç bir yerde elinizdeki küçük kağıdı çaktırmadan yere atmaya çalışmayın ;) En masum örneği verdim, artık siz yere tükürmekten burun çekmeye kadar geniş bir spektrumda ele alabilirsiniz...

Tokyo Kulesi'nden Rainbow Bridge'e doğru bir bakış. O etrafta görünenlerin hepsi gökdelen, ben biraz yukardayım diye ufak tefek görünüyorlar...

Tokyo 35 milyonluk nüfusuyla bir kent olmanın çok ötesinde. Tıpkı İngiltere'de Londralı olmak gibi, Japonya'da Tokyolu olmak ayrıcalıklı birşey. Uzun süre Japonya'da taşrada yaşamış biri olarak, yolda yürüyen adamın ülkenin geri kalanına göre daha entellektüel olduğunu söylemek mümkün. E büyük paraların döndüğü, dünyanın neredeyse tüm büyük küresel şirketinin bir şubesinin olduğu, dakikada onlarca uçağın inip kalktığı bir kentte de olsun o kadar...

Bir kent parkında bizim de günün her saati spor yapanları göreceğimiz günler gelecek mi?

Tokyo'nun 1-2 özel noktası dışında tarihi bir tarafı yok. Bu konuda Kyoto rakipsiz zaten. Bununla birlikte Tokyo da Tokyo sonuçta. Sırf gökdelenleri için görülmeye değer. Yıllaaarrr önce Rafet'in Amerika için yazdığı bir şarkı vardı ya, hani "A Memo, burası New York Amerika, Evler karıştı bulutlara" diyen. Rafet mübalağa sanatından incelikler mi gösteriyordu bilemiyorum ama işte o eylemin gerçekleştiği bir yer Tokyo. Japon dostumun bizi ağırladığı gökdelenin teras katındaki restorant ertesi gün aşağıdan baktığımızda yerinde yoktu. Memo'ya selamlar, eğer ilgi alanı cidden bulutları delen evler ise, Tokyo'yu da bir görsün...

Evler gerçekten bulutlara karışıyor... Eh, ev değilse bile, binalar diyelim...

Daha önce de belirttiğim gibi, Tokyo'nun geleneksel Japon hayatı ve tarihi ile ilgili çok zengin olduğunu söylemek zor. Ancak bu hiç bir şey yok demek de değil şüphesiz. Sensoji, nam-ı diğer Asakusa Kannon tapınağı Tokyo'daki yerli yabancı herkesin gözdesi. Bir tatil günü giderseniz sadece önünüzdeki adamın ense traşı hakkında bilgi sahibi olursunuz, zira adım atmak mümkün değil. Nerden biliyorum? Evet, ben de ikinci gidişimi bir tatil gününe denk getirdim... Tarihi 628 yılına kadar uzanan bu Budist tapınağı günümüzde yakın çevresindeki hediyelik eşyacıları ve yeme içme alanlarıyla da gözde. Gitmişken görülmeden dönülmeyecek en önemli yerlerden biri.

Asakusa Kannon tapınağı ve mahşeri kalabalık

Asakusa'daki hediyelik eşyacılarda yok yok. Japonya genel olarak pazarlık kültürü olmayan bir ülke. Ama benim öğrencilik yıllarında öğrenciliğe ve yaradana sığınarak yaptığım daha ucuza alsak olmaz mı teklifleri genelde kabul görürdü. Yıllar sonra deneyince de fena sonuçlar almadım. Ama dünya üzerindeki tüm turistik yerlerde olduğu gibi, Asakusa'da da birazcık kazık yemeyi göze almak lazım.
Tokyo'da sık rastlanan bir durum. Koca gökdelenlerin arasında minik ve doğal çevreye sahip tapınaklar...

Tokyo'nun bir başka önemli fenomeni Tokyo Tower, yani Tokyo Kulesi. 332 m'lik yüksekliği ile Tokyo'yu çepeçevre görebileceğiniz, içinde hediyelik eşyacılar ve restorantların bulunduğu devasa bir yapı. Gerçi Japon arkadaşımın eliyle işaret ederek gösterdiği ve henüz yapım aşamasında olan Tokyo Sky Tree 634 m yükseliği ile dünyadaki tüm diğer kulelerle dalga geçecek gibi duruyor ama olsun, şu an için Tokyo Kulesi Tokyo için bir "must see". En heyecan verici etkinliklerden birisi de tabanın cam olduğu bir bölümden aşağı doğru bakmak ve hatta -becerebilirseniz- camın üzerinde durup aşağıya bakmak. Ben durabildim ama, hakikatten damarlarınızda bir süre kan yerine adrenalin aktığını söyleyebilirim. İyi düşünmek lazım. Ya da, hiç düşünmemek :)

Tokyo Kulesi, Tokyo'ya gidenlerin uğramadan dönmedikleri yerlerden. "Balık Gözü" lensle çektiğim fotoğrafı koyuyorum ki, yakındaki binalardan, insan ve araba ölçütlerinden boyutu algılanabilsin.

Havada yürümek için cesur adamlar aranıyor ;)

Tokyo'ya gitmişsiniz, harcayacak da en az 3 gününüz var. Öyleyse Diyar-ı Disney'i görmeden dönmek olmaz tabi. Tokyo'da Disney'in 2 ayrı konsepti karşılayacak sizi. Bunlardan ilki ve daha çok bilineni Disneyland. Ben taaa 2000'de mi 2001'de mi ne gitmiştim ona. Gerçekten güzeldi ama, biraz çocuklar içindi. E ne bekliyordun diyeniniz varsa, ne bileyim, biraz daha atraksiyon fena olmazdı. Şimdiden sonra kızımı da götürsem mesela, tamam, yine Disneyland'i tercih ederim. Ama eğer biraz daha kendinize uygun bir yer arıyorsanız Disney Sea tam sizin için. Üstelik Tokyo'dan başka bir yerde de yok. Disney Sea de tıpkı Land versiyonu gibi eğlence amaçlı. Japonlara farkı ne diye sorarsanız ilk söyledikleri "bira var" oluyor. Ama siz atraksiyonlar açısından soruyorsanız, temel farkı onlarca metreden serbest düşüş, roller coaster, deniz altına dalış gibi daha adrenalin içerikli oluşu. Gitmişken görek lazım ama, sonuçta sadece Disney Sea ya da Disneyland için 1 tam gün ayırmak gerekiyor. Bunun için de çok iyi bir planlama yapmak lazım. Sonuçta Tokyo'da zaman öyle böyle değil, çok önemli. Disney Sea kesinlikle buna değer. Bu Disneyland değmez demek değil. Zaman bol olsa her ikisi de güzel tecrubeler sunuyorlar.

DisneySea'de Tower of Terror etkinliği. Kısaca, bu binaya alıyorlar sizi, bir salonda yerinize oturtuyorlar. Sonra, o binada yaşamış bir bilim adamının ruhunun hala buralarda dolaştığını, garip şeylerin olduğunu söylüyorlar. Japoncanız yoksa rahat olun, bu kısımlardan ekip içinde bir tek ben korktum :) Sonra, inanılmaz bir ivme ile oturduğunuz platform son sürat yükselmeye başlıyor, binanın çatısına kadar. Orda önünüzdeki kapak açılıyor, bir bakıyorsunuz ki çatıdasnız. Sonra, serbest düşüş, yere kadar. Sonra bir daha yükseliş, bir daha düşüş... Çok iyiydi yahu :))

Benim için bir ülkeyi gezmek tüm turistlerin yaptığı işleri bir yana bırakıp o ülkedeki insanların yaptıklarını yapmakla başlıyor. Ne bileyim, Floransa'da Davut Heykeli'ni görmek için 4 saat sıra beklemek tamam da, mesela bu İtalyanlar sebze-meyveyi nerden alıyorlar diye merak ederim. Ettim ve buldum da :) Hasılı, Japonya'da yaşamışlığı olan biri olarak turistik olmayan yerleri de tavsiye etmekte fayda var. Mesela, eğer benim gibi teknoloji düşkünü iseniz, mutlaka elektronik marketler zincirlerini ziyaret etmelisiniz. Tokyo'da bulunan Akihabara teknoloji mağazalarının bir arada bulundukları bir teknoloji semti. Göz alabildiğine elektronikçi dolu. Eğer Türkiye ya da Avrupa'da kullanabileceğiniz şeyler arıyorsanız, burası uygun bir yer. Ben kişisel olarak nispeten turistlere yönelik olduğu ve Japonca menülerde sorun yaşamadıım için burayı fazla tercih etmedim. Ama yanar döner ışıklar falan, güzel oluyor. Hani insan gelmişken neonlara kaptırmıyor değil kendini. Yodobashi ve Sakuraya gibi teknoloji marketleri var. Ama benim tercihim ve favorim BIC Camera! "Bikku-bikku-bikku bik kamera" diye matrak da bir şarkısı vardı, hala dilimde :) Genelde saat 22:00, bazıları 23:00'a kadar açık. Son 15 dakikaya girildiğinde "uykudan önce" modunda bir müzik çalmaya başlıyor. Bu size "hadi bakalım, kapatıyoruz" demenin en kibar hali demek oluyor. Dediğim gibi, Akihabara bir zorunluluk değil. Ama 220 V ile çalışsın, PAL SECAM olsun, sim kartlı telefon olsun gibi ülkemiz için önemli tercihleriniz varsa, ülkenin geri kalanında fazla şansınız yok. Bana sorarsanız Japonya'dan cep telefonu almayın. Zira adamların sistemleri farklı, Sim kart kullanmıyorlar ve kendileri 1-2 sene içinde işten eve ışınlanacakları telefonları kullanıyorken size sırf Sim kartlı istiyorsunuz diye bir 6110 gösterebilirler :) Elektrik falan da sorun değil. Ben en olmayacak şeyi alıp 110 V çevirici ile kullanıyorum mesela... Öyle işte, boşuna kasmanın anlamı yok. Rahat olun, dünya artık çok küçük. Her alet her yerde çalıştırılabilir.

Olmaz olmaz dememek lazım. Teknoloji semti Akihabara'da iki sumocu...

Biliyorum, hiç ilginiz çekmeyecek. Bu da nerden çıktı diyeceksiniz. Demeyin ve beni dinleyin. Dünyanın en büyük balık pazarında, hayatınızın en ilginç günlerinden birini yaşayacaksınız. Evet, bunun için ya gece hiç yatmayacak ya da sabah 4'te ayağa dikilmeniz gerekecek ama, kesinlikle değer. Bir kere çok iyi fotoğraf malzemeleri bulacaksınız. Dahası, sabahın köründe kalkmanızın nedeni keyfi değil. İçeriye belli sayıda turist alınıyor ve siz "bu saatte nereye gidiyorum ben, salak mıyım" diye düşünürken sizden önce gelip sıraya girmiş belki de onlarca turist görüp afallıyorsunuz. Tsukiji Fish Market Tokyo'nun Nişantaşı'sı Ginza'ya yürüme mesafesinde. Kesinlikle gidin ve size söylenecek kurallara da uyun. Nedir bunlar? Aksi söylenmedikçe dükkanlara girmeyeceksiniz, siz fotoğraf çekerken arkanızdaki bir Japon "müşteri"yi alış verişinden mahrum bırakmayacaksınız falan. Balık marketle ilgili değil, genel bir tavsiye: Lütfen "yahu boşver, kim ne diyecek" demeden kurallara uyun. Çünkü Japonya bu kurallarıyla güzel. Yabancı olduğunuz için sizi uyarmak istemeyebilirler. Adamlar sizin yanınıza oturmamak için trende 1 saat ayakta durabilecek kadar utangaç olabiliyorlar. Saygı duymak ve dikkatli olmak lazım...

Eğer ucuz yollu (ama hala pahalı) bir otel arıyorsanız, muhtemelen kalacak olduğunuz muhit iş oteli tabir edilen küçücük, içinde valizinizi açacak yer olmayan bir Shinjuku oteli olacak. Shinjuku Tokyo'nun gece hayatının ve renkli neonlarının olduğu yer. Dilerseniz mekanlara takılın, dilerseniz yollarda gezinin. Mutlaka ilginç bir tecrube olur. Yabancıların bol bulunduğu bir yer olduğundan damak tandınıza göre Türk, İtalyan restorantları ya da Burger King, Mc Donalds gibi zincirleri bulabilirsiniz. Çok renkli, çok matrak yerler...

Shinjuku'nun ara sokaklarından biri...

Aslında Tokyo anlat anlat bitmez... Çok şey var. Bizim İstanbul'daki gibi bir feribot turu mesela, şiddetle tavsiye olunur. Ama başta da dediğim gibi, bu gezi rehberi falan değil. O yüzden kabak tadı vermeden keseyim ben. Japonya'nın geri kalanını da başka bir zaman bırakayım bakalım...