3 Mart 2012 Cumartesi

Gel Sevgili Bisikletim, Hollanda'ya gidelim..

"Ne yazıyor ki burda" dedim? Bir şeyler anlıyordum ama anladığım şeyin ne olduğunu anlayamıyorum sanırım. Tuhaf bi dildi zaten Hollandaca. Azcık İngilizce, biraz Almanca, biraz da Fransızcaya benziyordu. Hiçbir şeye benzemiyordu yani! 

"Biri gelir ve tüm hayatın aniden değişir" yazıyor dedi Hollandacası sağlam arkadaş.. Bir emlak reklamıydı.. Zaten ayağını azıcık sağlam yere vursan deniz suyu çıkacak bi memlekette emlak yapıp satmak için hakikatten birinin gelip hayatı değiştirmesi gerekiyordu anlaşılan.. "Ne alaka ki" dedim.. Emlak fiyatlarının yüksekliğinden bahsetti, daha sonra aklıma gelirse değinmeyi düşündüğüm Euro geçişinde oluşan devalüasyonun sabit gelirlinin alım gücünü azaltmasından bahsetti.. Bir adam gelmiş, uzun vadeli kredilerle millete ev satıyor iste.. Bizim bir sürü arabası olan meşhur Ali'nin daha bi yakışıklısı işte.. Gerçi ondan çirkini de nasıl olsun zaten? "Umut veriyor, biri gelir ve sıkıntılarınızı yok eder" demek istiyor diye devam etti, gülümseyerek.. "Ya o her şeyi değiştirecek potansiyeli olan kişi henüz gelmemişler arasında değilse" diye sormak geldi içimden.. Ya geldiyse, her şeyi değiştirdiyse, sonra gittiyse ve ya bu yeni adam kendini her şeyi değiştirecek kişi sanıyorsa.. Herşeyin değişmiş hali buysa yani.. Sadece umut ediyorsan ve hiç birşey değişmeyecekse.. Sormadım tabi.. Zaten sorduğum hiç bi sorunun cevabını da alamıyordum ki. Genellikle cevabı olmadığı için, ya da cevabını bildiğim soruları sorarak karşıdakinin ne kadar düşünebildiğini test etmek istediğim için.. Evet, yapıyordum öyle bir şey ve bu gıcık bi durumdu. E olsun, ben de öyleydim zaten.. Kendinle barışık olmak da güzel. 
"Biri"nin gelip hayatımızı değiştirdiği inşaat. Peh!

Bir gezi yazısı için kasvetli, uzun cümleli ve algılanması zor bi giriş olduğunun farkındayım. E napalim ama, malzeme bu yani. Bundan sonrası için aklımda bulunsun, daha eğlenceli olmaya çalışayım bari..

Şimdi, Hollanda küçük bi ülke bi kere. Yani bi araba kiralarsan bastan sona 2-3 günü var. Ülkenin küçük olması aynı zamanda her noktasına ulaşılmış ve el değmiş anlamı da taşıyor. Hollanda'da doğal olan bir şey bulmak da güç zaten. Basit bi mantıkla şöyle düşünelim: Topraklarının yüzde 60'i deniz seviyesinin altında olan bi ülkeden bahsediyoruz. Bi şey deniz seviyesinin altındaysa zaten denizdir, ya da en kötü ihtimalle göl falandır. En azından hem doğal, hep toprak, hem de deniz seviyesinin altında değildir.. Peki, nasıl olmuş da Hollanda böyle bir ülke olmuş? Aslında cevap basit.. Zaten rakımın az olduğu yerlere denizden korunmak için setler yapılmış.. Sonra "şu setlerin önünü biraz daha doldurup ileriye başka setler yapsak ne olur ki" demek gelmiş birinin aklına.. Öyle yapmışlar.. Sonra biraz daha, biraz daha.. Tarihte büyük bedeller ödedikleri su baskınları da olmuş tabi.. Ama büyük oranda her cm'sine hakim oldukları bir ülke yapmayı başarmışlar.. Bu arada bu setler aslında gördüğünüzde "koca ülkeyi bunlar mı koruyor yani" diyeceğiniz, toprak yığını görüntüsünde yapılar. En alta bolca dolgu malzemesi koyuyorlar, sonra ağır kil malzeme dolduruyorlar, sonra suya çok dayanıklı olan söğüt dalları, tekrar kil, toprak falan.. Genellikle sahildeki evler, yollar ve deniz arasında böyle bir engel görmek mümkün. Yani dünyanın her yerinde deniz manzaralı olması gereken evlerin birçoğu Hollanda'da set manzaralı. E zaten adamların denizi görmek istediğini de pek sanmıyorum. Sorun yok yani..

 Denizden korunmak için yapılan setler aynı zamanda yürüyüş yolu. 
Bu fotoğrafın arka tarafı deniz ve deniz benim olduğum yerden daha yüksekte..

Kanallar hayatın o kadar içinde ki, el arabası gibi kullanılan sallar var.
Amsterdam aslında baştan sona yürüme gezilebilecek küçük bi şehir. Ben severim yürümeyi, çok daha uzun mesafeleri de yürümüşlüğüm vardır ama Amsterdam cidden küçük. Toplu diyelim ya da.. Küçük deyince içerik açısından biraz fazla mütevazı bir duruş oluyor. Öyle de değil tabi.. Yok yok.. Fazlasıyla yok yok yani.. Bak, cidden yok yok ama! :) Hollanda'nın olduğu kadar Avrupa'nın da en popüler 3-4 kentinden biri. Eğlence konusunda oldukça uçuk. Coffee Shop diye bir oluşum var mesela.. İçeri girip saf saf kahve isterseniz size gülüyorlar. Düzeltiyorum. "Sanırım" içeri girerseniz ve kahve var mı diye sorarsanız size gülerler. Çünkü adları kahve dükkanı olsa da içerde servis yaptıkları şeyler pek öyle masum şeyler değil. Bu kadar da normalleştirmek ve hayatın bir parçası haline getirmek.. Bilemiyorum! Marjinalite de bi yere kadar..


Özellikle kentin merkezi olan Dam Meydanı ve hemen arkasındaki Red Light District ışıklı-dım tıs'lı eğlencenin de merkezi.. Himmm, nasıl diyordu çılgın gençler?? Hah, buldum! Yıkılıyo! :)) Gerçi bu yerler zihne oluşturdukları imajın aksine, turistik yerler de. Yani hangi amaçla gidileceği belli diye düşündüğünüz Red Light'ta kucağında çocuğu ile gezinmekte olan, gülümseyen, fotoğraf çeken bir Amerikalı kadına rastlayabilirsiniz mesela. Fotoğraf çektiği bazı şeyleri gördüğünüzde "teyze oha lütfen" diyebilirsiniz de, kabul. Ama görürsünüz. Eğlenmeye gidenler kadar eğlenmeye gidenleri seyrederek eğlenmeye gidenler de var yani. Bu noktada size bi soru: Bilin bakalım Red Light'ta sağdan soldan geçerken en fazla duyduğunuz dillerden biri de Türkçe mi, değil mi? a) evet b) hayır. Ehh, çok zor olmamıştır tabi. Bildiniz :)) Neyse işte.. Amsterdam'a gidince Dam Meydanına zaten gideceksiniz. Nasılsa meydandan geçerken hemen arkadaki Red Light'ı görmemek imkansız. Öyleyse beni suçlamayın boş yere.. "Turist" olarak gidin siz de, bi ucundan diğeri 5 dakka zaten. Ya da gitmeyin yahu, bana ne? Niye vicdan muhasebesi yaptırıyorsunuz adama?

Red Light
Amsterdam, dünyadaki Musevi nüfusunun en güçlü olduğu şehirlerden biri. Zamanında Portekiz ve İspanya'dan sürülen Museviler büyük oranda Amsterdam'a yerleşmişler. Bu yüzden Amsterdam'in en bilinen isimlerinden biri de Mokum Alef. Anlamı "Kudüs'ten sonra en kutsal yer". Ne verimli dilmiş di mi? Mokum Alef diyorsun, anlamından kompozisyon çıkıyor.. Neyse iste. Museviler güçlü yani Amsterdam'da. Yolda yürürken rastlıyorsunuz da zaten. Hem Musevilere, hem de Mokum Alef ismine atıfta bulunan dükkanlara.. Bunun dışında; çoğunluk Protestan. İnsan her şeyin bu kadar serbest olduğu bir ülkede bu "protest" duruşu yadırgamıyor tabi. Ama Katolikler de yok değil. Eğer Roma'ya gittiyseniz, Katolikliğin, yani doğu Roma imparatorluğunun dünya üzerinde yayıldığı yerleri göreceğiniz bir duvar görmüşsünüzdür Collesium yakınlarında. Collesium ne mi? Hani İtalya'ya gidip Pisa turu yapmayan ve dolayısıyla Pisa kulesi önünde fotoğraf çektiremeyen insanların Facebook'ta profil resmi yapmak zorunda kaldıkları tarihi, yuvarlak, duvarların bir kısmı yıkık, eskiden içinde gladyatörlerin dövüştükleri yer var ya. Hah, o! İste o binanın tam karşısında bir duvar var, duvarın üzerinde de birkaç harita. İşte o haritalara yolunuzu düşürür de bakarsanız, en üstte beyaz alanın sınırını oluşturan yer Volendam kasabası.. 

O duvara da çekmiştim fotoğraf diye hatırlıyordum, çekmişim :) Kuzeydoğu'daki son nokta Volendam.

Bu kasaba çok zengin, çok dindar ve dışarıya eskiden kapalı olan bir yermiş. Çok küçük bir balıkçı kasabası olmasına rağmen geçen seneye kadar Hollanda liginde takımı vardı mesela, futbolseverler bilir. Bu dindar kasabanın en önemli özelliklerinden biri de her evin kapılarının farklı renkte olması. Niye dersiniz? Hadi 1 milyon hakkınız var :) Çünkü bu dindar Katolik kasabasında akşamlar promil oranı oldukça yüksek olan eğlencelere sahne oluyor ve eve donen halk kendi kapısının hangisi olduğunu ayırt edemiyormuş. Valla ne denir bilmem. İlginç tabi.. Hani dindar, tutucu falan denince insan hiç değilse akşam ezanından önce evde olurlar diye aklında geçiriyor sanırım :))


Volendam, artık turistik bir sahil kasabası olsa da
Kotolik inancını Protestan denizinden temsil eden ada olarak anılıyor..

Bu sosyokültürel konuya girmişken detaylı değinmekte fayda var. Protestan-Katolik çatışması hiç yaşanmamış değil ülkede. Günlük hayatta, sporda ve siyasette biraz çalkantılı dönemler olmuş. Bugün biraz boyut değiştirse de, Amsterdam ve Rotterdam şehirleri arasında da biraz "gıcıklık" durumları var. Rotterdam çok daha yeni ve yayılmış bir şehir aslında. Bir liman kenti. Yılda 35 bin gemi giriş çıkış yapıyormuş. Gerçi bu rakam sizin için ne ifade eder bilmiyorum, çünkü benim için bir şey ifade etmiyor ama sorduğum yetkili böyle anlatınca önemlidir diye düşündüm :) Aynı zamanda bir üniversite kenti. Meşhur Erasmus bu şehirde takılmış baya :) Çok yakışıklı da bir köprü var hatta Roterrdam'da ve onun adını taşıyor. Rotterdam'ın yeni olmasının nedeni eskisinin ortadan kalkmış olması doğal olarak.. Savaş yıllarında Rotterdam direniş gösteriyor. Direniş gösterince de yiyor tabi bombaları. Sonuçta liman kenti, stratejik önemi de var. Tabi Rotterdam'in halini gören Amsterdam bakıyor ki durum vahim. Direnmiyor. Dolayısıyla kurtuluyor da yağma ve bombadan.. Şimdilerde Rotterdamlılar Amsterdamlıları hafiften korkaklıkla suçluyor. Bu yaklaşım özellikle Amsterdam takımı olan ve büyük ölçüde Musevilerin desteklediği Ajax ile Rotterdam takımı olan Feyenoord arasındaki maçlarda en bariz şekilde görülüyor. Feyenoord taraftarları Ajaxlıları hainlikler suçluyor, Ajax taraftarı da onlara "hamamböceği" diye cevap veriyor. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap yani..

Hollanda'da hemen hemen her şehir "-dam" ile bitiyor. İstisnası var ama, genel anlamda öyle. Amsterdam, Rotterdam, Volendam, Zaandam falan.. Bu bir tesadüf değil elbette. Aklınıza gelen ilk şey ne bilmiyorum ama sanırım "damsız girilmez" falan değildir :) Ya da umarım değildir diyeyim :) Bu dam o dam değil. Bu dam, İngilizcede de kullanılan, baraj, set, bent anlamındaki dam. Hani dedik ya şetlerle korunuyor ülke diye.. İste şehirlerin adı aslında Amster seti, Rotter seti gibi bi şey..

 Dam Meydanı, Amsterdam'ın en merkezi noktası..

Merkez İstasyon hem Dam Meydanının, hem de tüm Hollanda'nın en gösterişli yapılarından..
İronik ama, doğru dürüst toprağı olmayan ülke dünya tarım ve hayvancılığına yön veren sayılı ülkelerden biri. Sadece ornemental bitki üretiminden yılda 18 milyar dolar kazanıyorlarmış. Toprak olsa ne olacaktı acaba? Hollanda kırsalında gezerken, pardon yahu, ne kırsalı.. Düzelteyim. Hollanda'da gezerken sağda solda bol bol inek görüyorsunuz. Otlaklarda başı boş yayılmış falan.. Bunlar fotomodel inekler. İlgi çeksin diye yaz kış ortalıkta gezinmelerine izin veriliyor. Yani kışın o hayvanların dibi donuyor muhtemelen :) Temel fonksiyonları süt vermek falan değil. Fotomodellik işte.. Hayvancılık bu kadar alt yapısı gelişmiş bir şey olunca süt ve süt ürünleri de oldukça bol ve ucuz tabi. Özellikle süt, dünyada sudan daha ucuz olarak bulunduğu tek ülkenin Hollanda olduğu iddiasında. Nasıl bir cümle oldu bu böyle? Neyse.. Süt sudan ucuz kısaca. 

Gerçi bunlar inek değil ama, biliyorsunuz sütü-yoğurdu en değerli hayvanlardan biri de camış. Camış demek de amma komik ama ben napayım adı o. "Water buffalo" deyince daha karizmatik duruyor ama, hayvan aynı hayvan sonuçta :)
Bildiğiniz gibi Hollanda bir peynir ülkesi. Bilmediğiniz gibi ben de bir peynir severim. Çok severim hem de. O zaman bir peynir çiftliğine gitmek lazımdı tabi. Ben genel olarak turistik şeyleri ve yerleri sevmiyorum. Yani bir yerde yaşayan halk turistik yerlerde takılmayacak kadar akıllı oluyor genelde. E ben de gidip gerçek şeyleri deneyimlemek isterim işte. Hollanda'da yapamadım maalesef. Aslında daha önce de baya bi gelmiştim ama, hiç birinde yapamadım. Yine olmadı.. Dandirik bir çiftliğe attık iste kapağı. Önce saçmalıktan başlayayım :) Bir tahta ayakkabı olayı var Hollanda'da. Bundan bilmem kaç sene önce, özellikle hayvancılıkla uğraşanların ayaklarına inek falan basınca canları çok yanıyormuş. Temelde bunu önlemek için çıkmış bu tahta ayakkabı. Bir kütük parçasını oyuyor ve ayakkabı haline getiriyorlar. Çivi yok, birleşme yok. Tek parça. Zamanında günde 2 çift yapılırmış en fazla. Şimdi torna çıkınca günde 300 tane de yaparsın 3000 de tabi.. Daha çok hediyelik eşya artık tabi. Normalde kaç numara giyiyorsan biraz daha büyük alıyorsun. Daha doğrusu almıyorsun :) Yani alsan ne olacak, kütük işte. Salak mısın? Hiç kimse ayağında yarım kilo taşımak istemez sanırım. E çirkinlik konusunda bir Ugh değiller tabi ama, çirkinler yani.. E niye alayım o zaman. “Sen başkasına kakala artık teyzem” diyerek peynir kısmına geçtim ben. 

Ahşap ayakkabı yapımı..
Peynirci ve Ahşap ayakkabıcı aynı binada..
Hollanda peynirleri bol yağlı. İçinde bitki tohumu olandan dumanda tütsülenmişe kadar dünyanın çeşidi var. Dışında kaplı olan mum tabakası bayatlamasını falan önlüyor. O mum tabakasının da bi adı vardı ama unuttum şimdi. Google’a yazıp karizma yapmak vardı ama uçaktayım. Ah bu yokluk! Buzdolabına koyulmuyormuş. Ya peynir işte. Eşi benzeri yok diyemem. Güzel, o kadar.. Abartacak bi tarafı yok yani. Bir Ezine değil mesela..

Amsterdam'da bir peynir dükkanı
Hollanda peyniri temel olarak bizdeki "kaşar" türevlerinden oluşuyor..
Geleneksel Hollanda mimarisi ve yaşam şeklini görmenin en güzel yollarından biri de Marken ziyareti. Marken aslında bir ada. Adaymış daha doğrusu.. Sonraları deniz bağlantısı zaman zaman sorun yaratınca ana karaya bağladıkları bir yol inşaa etmişler. Bir adaya bir kara aracıyla ilk gidişim değildi ama ilginçti yine de. Bir de Japonya'da Osaka Kansai havaalanı vardı. Ahhh ah, gençliğim :) Gerçi o suni bir ada ama olsun. Ona da trenle gidiliyor. Neyse.. Marken demiştik.. Marken birbirine benzeyen minik evleri, insanı "yeter lan ne bu sessizlik, az bi hareket olsun artık" diye bağırmaya sevkedecek huzursuzluk yaratan huzurlu havası ile mutlaka görülmesi gereken bir yer. Evler aslında kazıklar üstünde, denizin içinde duruyor ama bunu hissetmiyorsunuz. Çünkü o kazıkların arası kapatılmış ve bir kiler kazanılmış. Ama biliyorsunuz artık, söyledim iste :)Adanın tümünü gezmek limandaki cafelerde oturup bir şeyler içmek de dahil olmak üzere 1 saatte biter. Profil fotoğrafı çektirecekseniz 1 saat 15 dakka diyorum. Kızsanız 1 buçuk saat. Kafasını hafif sağa düşürerek fotoğraf çektirecek kızsanız, sildiklerinizle beraber toplam 2 saati bulabilir. Sıcak çikolatası meşhurmuş ama inanmadım tabi. Sıcak çikolata iste, endüstri ürünü. Ne içtim hatırlamıyorum ama gıcıklık yapıp önerilen sıcak çikolatayı içmediğimi hatırlıyorum :) 

Marken, insana huzur veren, sessiz bir ada. "Ada" imiş daha doğrusu..
Marken Limanı saatlerce denizi seyredebileceğiniz, huzurlu bir rıhtıma sahip

Bu ev meselesine girmişken biraz detaylandıralım bence.. Arazinin az olduğu bir yerde emlak değerinin yüksek olduğunu tahmin etmek için olağanüstü bir zekâya gerek yok elbette. Hollanda'da bina pahalı. Ne pahalısı, çok pahalı.. Köy yerinde orta halli binalar 400 bin Euro falan. 2-3 tane almaya niyetlendim ama sonra setlere güvenemeyip vazgeçtim ben :) Tipik Hollanda evi denince akla gelen o dik çatılar mesela.. Niye sizce? Birazcık mimariden anlayan herkes yerel mimari ile iklim ilişkisini kurar ve çuvallar :) Çok bilmek kötü bazen.. Normalde dik çatı çok kar demektir çünkü. Kar durmasın, yığılmasın ve gitsin diye dik yapılır. Hem ısıtma sorunudur, erimek için binadan ısı alır, hem d ciddi bir yüktür çünkü. Hollanda'da ise durum tamamen ekonomik. Çatıyı dik yaparak çatıdan duvar yapıyorlar bir anlamda. Maliyetsiz bir kaç oda daha çıkartıyorlar yani, iklimle ilgisi yok. Zaten kar falan da yok doğru dürüst..

Çatılar dik, çünkü 2. katı ucuza mal etmek gerekli.. Duvarla çevirip üstünü kapatacağına çatıdan duvar yapmış amca..
Yakın bir geçmişe kadar özellikle Amsterdam'da binalar için cephe vergisi uygulanmış. Niye? Çünkü toprak az ve herkes evin cephesi ana kanalları görsün istiyor. İstiyor da, istemekle olmuyor tabi. Para lazım.. Demişler ki, parayı veren cepheyi çalar.. Böyle olunca komik bir durum oluşmuş. Binaların cepheleri daracık, arkaya doğru genişleyerek devam ediyor. Ana girişler bu daracık cephelerden elbette. Zaten çoğu bitişik nizam evlerin. Başka yer de yok girmek için. Bu aynı zamanda bir sorun demek. Çünkü kapı dar, merdiven dar.. Hatta dünyanın en dar cepheli binası Amsterdam'da. 70 cm miydi neydi, öyle bir şey.. İyi de bu eve tv girecek, çamaşır makinesi falan girecek.. Nasıl olacak peki? Komedi burda başlıyor.. Her binanın çatısında bir çengel var. Basit bir makara sistemi.. Eşyayı aşağıdan bir çengele takıyor ve halatla yukarı doğru çekiyorsunuz. Pencerelerin cepheye bakanları tamamen açılıyor ve eşyayı içeri alıyorsunuz. Bakın alıyorsunuz diyorum. Siz yani.. Allah mı söyletiyor nedir.. Hep beraber Hollanda'ya gidiyoruz sanırım :)

Bina cephelerinin darlığı "cephe vergisi" yüzünden. Tüm binalar arkaya doğru genişliyor..
Aslında, gidemeyiz. Nedenini biliyorsunuz, yer yok. Ülke nüfusu 12 milyon. Çok sayıda göçmen var ve bunları en büyük kısmını Türkler oluşturuyor. Resmi rakamlar 350 bin diyor ama her sene Antalya'da turist peşinde koşturan sabırlı Türk gençlerimizin de katkısıyla bu rakamın 450 bin civarında olduğu söyleniyor. Gayri resmi rakam tabi.. Amsterdam'da hanelerin %60'i tek kişiden oluşuyor. Tabi saymadım, resmi veriler böyleymiş :) herhalde köpek falan besliyorlardır. Yoksa insan sabah aksam PES oynayarak ve coffee shop'larda takılarak vakit geçiremez ya.. O da bir yere kadar yani. Hayır tamam cool ol ama bir şeyler yap gözünü seveyim. Tek başına evde ne edecen yani? Zaten dünyanın parası, maliyetin kurtarmıyor. Sen 400 bin euro edecek adam mısın? :) Ohh.. Bütün kinimi kustum ve rahatladım sanki..

Hollanda'da dolaşıyorsan sık sık göreceğin şeylerden biri de 3 tane "x"nın nazar boncuğu gibi her yerde duruyor oluşu.. Aslında tam da nazar boncuğu bu "xxx" lar. Amsterdam'ın resmi bayrağında da var. Bulunduğu binayı sele, yangına ve salgın hastalığa karsı koruduğuna inanılıyor. Yani gel de kızma ve şaşırma.. Adamlar dünyanın en büyük şirketlerine sahip. Shell'den Ing Bank'a, Daf'tan en büyük inşaat firmalarına kadar. Ama ülkeyi koruya koruya 3 adet artı koruyor işte.. Bizde olsa güleriz.. Bana tek faydası tarihte en çok bu 3 afetten çektiklerini anlamak oldu. Afet demişken, bir Türk olarak bir yere gittiğimizde sorduğumuz ilk sorulardan biri mutlaka nedir? “Burda deprem oluyor mu?” :) Gülecek bir şey değil aslında ama, tipik davranışlarımızdan biri olmuş, o komik. Hollanda bir deprem ülkesi değil. Ölçülen en büyük deprem 4,5 şiddetinde olmuş. Olmuyor da değil ama depremden koruyan "x" yok mesela.. :) 

Soldaki Hollanda bayrağı malum.. Sağdaki de meşhur "xxx" işte.
Ülke trafiği kötü durumda. 12 milyon nüfus, 2 milyon araç.. Nasıl kötü olmasın? Özellikle is çıkış saatleri kilit.. Hollanda'da çalışma saatleri standart değil. Esnek çalışıyorsunuz. Yani günde 8 saat çalış da, ne zaman istersen artık. Dolayısıyla işten çıkış saatleri de bi hayli fazla. Aslında tam da herkes aynı saatte çıkmasın diye alınmış bir önlem kuvvetle muhtemel. Ama mesela öğleden sonra saat 3-4 gibi acayip bir yoğunluğa denk gelebiliyorsunuz. Trafik temel olarak denizlerin altından gecen tüp geçitlere bağlı. Habire yenisi yapılıyor, ki bu da başka bir kilit sebebiydi ben ordayken. Kıta Avrupa'sında olmazsa olmazlardan metro Hollanda'da henüz yok. Nasıl olsun? Toprak mı var da altından metro geçirsin adam? 10 senedir falan inşaatı sürüyormuş. Yapıyorlar yani.. Ne zaman biterse artık..

Bisikletin her modeli mevcut.. Kamyonet modeli bile! :)
Trafiğe dönecek olursak, ister istemez mümkün olduğunca araç kullanımını azaltacak önlemler alıyorlar. Bisiklet Hollanda'da patron zaten. Özel yolları var ve bisiklet yolunda bir bisiklet size çarparsa hakkınız yok. Dikkatli olacaksınız. Ambulansın önüne atlayın ama bisiklete yaklaşmayın Hollanda'da. Herkes bisiklet kullanıyor. Bir anne mesela, bebek arabası monte edilmiş bisikletine 2-3 çocuk sığdırıp yola düşüyor. Yine el arabası gibi bir tekne eklenmiş bisikletler var. Doldur doldurabildiğin kadar.. Bisiklet olup Hollanda'da yaşamak var yani. Zaten Hollandalılar "Porsche'lerin bisikletlere yol verdiği ülke" olarak tanımlıyorlar kendilerini.. 

Hollanda'da bisiklet olmak var.. :)
Hollandalılar biraz cimri biliniyorlar.. Hesap kitap yapmadan para harcamıyorlar yani. Bisiklete binmelerinin tek nedeni hava almak değil tabi. Ülke politikası gereği, bisikleti teşvik etmek için yakıt çok pahalı tutuluyor. Neredeyse Türkiye kadar! Dönem dönem Türkiye'de, dönem dönem de Hollanda'da yakıt daha pahalı oluyor ama arada uçurum olmuyor. Avrupa'da liderlik yarışındayız yani Hollanda ile :) Avrupa Avrupa duy sesimiziiiii...

Ben az yakan, küçük bişe tercih ettim :)
Bisiklet bu kadar yaygın olunca bisiklet parklarından geçilmiyor ülke. Her yer göz alabildiğine bisiklet dolu. Eh, bu durumda bisiklet hırsızlığı da yaygın. Kimse yadırgamıyor da gerçi. Sanırım işi olan alıp gidiyor bisikleti.. Sahibi de poliste uğraşacağına yenisini alıyor. Zaten Amsterdam'da kanal turu yaparken en büyük geyiklerden birini oluşturan "bu kanal ne kadar derin" sorusuna kaptanların verdiği cevap konuyu özetliyor. 1 metre su, 1 metre çamur ve 1 metre de kanala atılmış çalıntı bisiklet olmak üzere, 3 metre! :)

Hollanda'da yakıt pahalı ama milletin de parası yok değil. Gerçi Euro'ya geçiş hiç hatırlamak istemedikleri, altın çağlarının bittiği dönemi hatırlatıyor onlar için. Para yaklaşık olarak %60 değer kaybetmiş. Bu üreticiler için çok daha fazla kar demek ama sabit ücretliler ayvayı yemişler iste.. Yoldaki halk son dönemde Yunanistan'a sallıyor biraz. Bir kaç büyük şirket sallanmış ekonomik daralmadan ötürü. Mesela, kraliyet hava yolları. Meşhur KLM yani. Hani ulusal gururları rencide olmasın diye ismi değişmemiş ama bildiğin Air France olmuş. Böyle yani, tüm Avrupa gibi Hollanda da hafif depresif ekonomik gelişmelerden ötürü.. 

Euro geçişi üreticiye yaramış demiştik ya.. Parayı bulan üreticiler ne yapmış? Mesela araba almışlar.. Aynı biz di mi? :) Ülkede dolaşırken bir sürü spor araba görmek mümkün. Ama ülkede hız sınırı genelde 90 km. Otobanlarda nadiren 100, yeni yeni 110 km.. Altında 250 km hız yapabilecek spor arabası olan adam ne yapsın peki? Salak değil ya bu adam, 90'la gidecekse niye kıyıyor parasına? Cevabı basit; Hollanda hız turisti ihraç ediyor :) adam hafta sonu arabasına atlıyor mesela, basıyor Almanya'ya gidiyor. Orda hız sınırı daha yüksek çünkü.. Zaten olayın şu boyutu da yok değil; Saatte 200 km hız yapsan 20 dakikada zaten ülkenin dışına çıkmış olacaksın, ülke bitecek çünkü :) Bari git rahat rahat sür. 


Bu arada Hollanda'da plaka sistemi çok basit: Kural yok :) Sadece yıla göre, sıradan veriliyor.. Bir plakanın hangi şehre ait olduğunu anlamak mümkün değil. Zaten nereye ait olacak ki? Hap kadar ülke.. En fazla 2 saatlik yol.

Bisiklet de bi yere kadar! :)
İngiltere'ye giden London Eye, İtalya'ya giden Pisa kulesi, Amerika'ya giden özgürlük anıtına yakın bir fotoğrafı olsun ister ya.. Eeee? Hollanda'da durum ne sizce? Elbette yel değirmenleri.. İnsan ister istemez tarihini merak ediyor tabi. Ben mesela, buğday falan çok muymuş acaba diye düşünmüştüm. Zaten toprak yok, eskiden teknoloji de böyle değildi.. E neydi mesele peki? O yel değirmenlerinin bizim bildiğimiz değirmenle fazla alakası yokmuş aslında. Daha doğrusu buğdayla, unla falan alakası yokmuş. Temel amaç aslında yine endüstrileşme yolunda adım atmak. Rüzgar gücünü mekanik enerjiye çevirip torna atölyeleri falan kurmuş adamlar. Üretim maliyetleri düşmüş, hız ve kalite artmış. Aslında Hollanda'nın rüzgarla muhabbeti bugün de fena değil. Birçok yerde rüzgâr enerjisini elektrik enerjisine çeviren rüzgar gülleri var. RES mi diyorduk onlara? Öyle bir şey.. Ama Hollanda kamuoyu o rüzgar gülleri hakkında çok da iyi şeyler düşünmüyor aslında.. Yorum genel olarak "yeşil enerji akımının ülkeye attığı en büyük kazık" olduğu yönünde. Çünkü çok pahalı yatırımlar ve kendini amorti ediş süresi çok uzun. Bununa birlikte verimlilik sorunu olduğu düşünülüyor. Doğru ya da yanlış, bilimsel veri olmadan konuşmak zor ama benzer bir acilim yakında bizim için de gündeme gelecektir. Uyanık olmak lazım, serzenişte bulunan bir örnek var ortada..

Ülkenin simgesi olan yel değirmenleri aslında sanayi devrimini başlatmış Hollanda'da. Tabi bu replika, sazan turistleri avlamak için.. Ben üstüme alınmıyorum, çünkü orjinalini gördüm öncesinde :)
Bu da orjinali..
Hollanda'da yabancının çok oluşu yeme içmeyi sorun olmaktan çıkarmış. Her tür restoran var. Türk, Hint, Çin, Japon, İtalyan... Ne istersen var. Ben yeme içme konusunda sorun yasamam. Daha doğrusu sorunum genelde "yine fazla mı yedim" olur. Dekorasyonuna kanıp yakışıklı bi pizza yemek için girdiğim bi İtalyan restoranının Napolili sahibi ile baya bir muhabbet ettik önce. Futboldan falan bahsettik. Beşiktaş'ı biliyor.. "Benim için sadece Trabzonspor var" dedim. Beşiktaş'ı soruyor ısrarla.. Yahu yok, gel ben sana Trabzonspor'u anlatayım diyorum, yine ısrarla.. :) neyse, konu uzadı işte baya. Kim daha büyük falan.. Dışarı çıkarken "ya hemşerim ne azimli Trabzonsporlusun sen öyle" dedi. Bingo!!! Adam Urfalı meğerse.. Türk restoranı açmış, tutmamış. “Türkçe konusunca da kimse gelmiyor” diyor. İçerde İtalyanca parçalıyor ama gerçek bir İtalyan gelince ne yapar bilemem. Biz İngilizce konuşuyorduk, ortalama İtalyandan iyiydi açıkçası.. 
Kan çekiyor tabi.. :) Amsterdam'da çok kültürlülüğün bir parçası da dünya mutfağını bulabilmek..
Hollanda'ya yakıştırılan "portakal" konusu da bir başka ironi. Ülkenin portakalla ilgisi yok. Ülkede portakal yok zaten. Tamamen kraliyet ailesinin soyadının "Orange" olmasından kaynaklı bir durum. Önceden bayraklarında da turuncu varmış. Sonra, özellikle açık denizlerde turuncu fark edilmiyor ve kazayla vurulan gemiler oluyor diye vazgeçmiş, turuncuyu kırmızı yapmışlar.. İste bu futbol milli takımlarının meşhur turuncu rengi de o portakal renginden geliyor..

Futbol demişken, Hollanda'da futbol kültüründen de bahsetmek gerek sanırım. Özellikle altyapı konusunda iyi olmalarıyla biliniyorlar. Bir tarım ülkesi olarak çim konusunda da dünya çapında uzmanları var. Golf sektöründe binlerce dolar maaşa çalışan dünyaca ünlü green keeper'larin birçoğu da İngiltere ile birlikte Hollanda'dan. Stadyumları yıllarca maça gittikten sonraki gün oturduğu beton yüzünden ertesi güne kadar karın ağrıları çekmiş biri için haddinden fazla konforlu. Kısın ortasında montunu çıkartıp maçı seyrediyorsunuz iste. Gerçi benim tribünde sıcaktan uykum geldi de PSV karşısındaki Trabzonspor'a ne oldu da sahada uyudu, onu anlamak güç. 

Ajax Amsterdam Arena dünyanın en iyi stadyumlarından biri olarak gösteriliyor..
PSV Eindhoven'ın stadının içi stadyumdan çok gece klübünü andırıyor :)
Hasılı, Hollanda iyidir, güzeldir, çılgındır, şaşırtır, eğlendirir, küçüktür, biraz kazıktır, çok kültürlüdür, hafif cimridir ve mutlaka görülmelidir. Ben kışın ilk kez gittim. Deniz seviyesinin altında olduğu için soğuğu abartılı değil. Çok fazla da kar yağmıyor zaten. Ama Hollanda demek lale demek, lale demek de bahar demek tabi. Hani baharda gidin diyeceğim ama tam sezonu bulmuş olacaksınız. Lale dönemi her şey çok daha pahalı. Sezon yaz değil bahar yani. Keukenhof gibi dünyanın lale başkentini görmek için fazlasıyla değer!

Neyse bitireyim artık. Normalde benim gezi yazıları daha bi eğlenceli olurdu sanki. Artık ya yaşlanıyorum, ya da bunları sürekli uçak yolculuğunda yazdığım için yorgunluktan bu kadar komik olunabiliyor. Adıyaman üstünde uçarken Hollanda anlattım iste, daha ne olsun. O kadar yorgun, ukusuzum.. Hadi kaçtım ben şimdilik, finito. Uçakta uyuyayım bari.. Birazdan zebani görünüşlü hostes gelip "inişe geçiyoruz, koltuğu dikleştir, pereyi aç" falan diyecek :/

3 Temmuz 2011 Pazar

Ne ekmek ne de su, bir teselli ver be Zürih!

Çocukken normal değildim sanırım. Yani, çocukken de normal değildim sanırım :) Ya da ne bileyim, belki herkesin yaptığı şeyleri yapıyordum ama insanlar genel olarak "cool" zamanlarıyla hatırlanmak istediği için konusu pek olmuyor, olmayınca da saçmalayanın bir sen olduğu hissine kapılıveriyorsun. Umuyorum milletin yanında olduğun gibiden ziyade olması gerektiğin gibi olman gerektiğini keşfettiğimde bunu yapmayı reddedecek bilince de sahibimdir. Şu an öyle çok şükür de, arada birkaç seneyi de diğer türlü geçirdiysek üzülürüm yani. Şu dünyada var mı samimiyet gibisi... Uzun vadede kazanan hep sensin, yeterki samimi ol, oynama! Hele sağın solun hiç oynamasın!

Neyse, bu kısım aklıma şurdan geldi: Ben küçükken tüm arabaların arka görünüşlerinin bir surat ifadesi olduğunu düşünürdüm! Yani o kadar felsefe yapabilir miydim bilmiyorum ama, mesela "bu somurtkan arabaya niye bu kadar para vermiş ki" diye düşünmüş olabilirdim sanırım. Bir Lada 2107 station vardı mesela... Çocuk aklımla ağzını yarım metre germiş bir arabaya niye para verirler hiç anlamazdım diyeceğim ama, yaş 30'u geçti, yine öyle düşünüyorum... :)

Neyse efenim... Konu nerden nereye gelecek yine. Şimdi de şöyle bir düşünce paydah oldu başıma. Bir şehirde yürürken birinin şarkılarını mırıldanmaya başlıyorum. Yerli ya da yabancı olabiliyor. Ama genelde aynı şehirde kaldığım süre boyunca aynı adamın-kadının-grubun şarkıları oluyor! Ben anormal olduğunu zaten bildiğim için şaşırmıyorum ama aranızda şaşırmayan başkaları da varsa devam edelim... ;)

Sonradan fark ettim ki, bu şarkıcıların bende oluşturduğu imajla şehirlerin arasında bir bağ var. Şarkılardan ötürü mü şehirleri seviyor ya da gıcık kapıyorum, yoksa şehirlerin bende oluşturduğu hislere göre mi şarkılar çıkıyor emin değilim. 2. olmasını tercih etsem de, önemli olan bir yerden döndüğümde hangi şehirde kimin şarkılarını mırıldandığımı (ya da içimden, hayal ederek o kişiden dinlediğimi) hatırlamam. Şakgadanak aklımda o imaj oluşuveriyor...

Şimdi, bu "kullanma kılavuzu" açıklamasından sonra, gelelim Zürih - Freiburg - Colmar merkezli İsviçre - Almanya - Fransa turunun bende bıraktıklarına...

Zürih'i uzun yıllar sonra görmek, seneler önce görüşüp birbirinizi fazla sevmeseniz de çaktırmamaya çalıştığınız birini görmek gibiydi. Biraz süzdük birbirimizi... Zürih kuvvetle muhtemel göz göze gelmek istemediğimi sanmıştır. Ne alakası var? Gece 2'de binmişim uçağa, İş Bankası'nın dış hatlardaki salonunda gözüme kestirdiğim koltukta uyuduğum 1 saati saymazsak, aktarmasıyla falan sabah 10'da ve uykusuz biçimde Zürih'teyim. Gözlerimi açık tutamıyorum ki Zürih'e bakabileyim :) Öyleyse ne yapmak lazımdı, otelde erken check in için dua-yalvarma-çabalama üçlüsünü kullanmak! Bunları zaten Türkiye'deyken telefonda yapmıştım, gerek kalmadı. Ve Mövenpick beni yanıltmadı. Temiz odaları, İsviçre'de gördüğüm en nazik (pardon tek nazik) çalışanları ile erkenden bizi karşıladı ve 2-3 saatlik bir dinlenme ile düştük yollara...

 Zürih merkez istasyonu devasa giriş kapısı ve hemen yanı başında bulunan heykelleri ile ünlü
 
Zürih Avrupa'nın birçok önemli kenti gibi nehirlerin karakter verdiği bir kent ve bir artısı da var; Zürih Gölü! İlk gün uykusuzluk ve yorgunluğun da etkisiyle fazla açılmadan, göl çevresinde takılalım dedik. Ben iç güdülerine de güvenen, ama elinde bir GPS dururken iç güdülerine güvenmenin gereksiz bir risk almak olduğunu düşünen biriyim sanırım. Tek olduğumda GPS ne derse öyle yürürüm ama, e tabi grup kalabalık, herkesin bir ilgi alanı var, hocalarımız var... Mecburen zaman zaman gitmemiz gereken bir yöne değil, "sanki şuradan gitsek daha kolay varacağız" denilen yönlere de gidiyoruz gibiydi... Gibisi fazla aslında, elimde duran GPS ağlamaklı ağlamaklı Mardin üzerinden göle doğru ilerlediğimizi söylüyordu. Ama olsundu, amaç zaten gezmekti, yeni yerler keşfetmekti... Yine de ertesi gün asla böyle olmayacak diyerek yürümeye devam ediyordum ki, daha önce belirlenen rotanın dışına çıkmak için yarının geç bir zaman olduğunu fark ettim :) Sağolsun başta değerli Öner Hocam olmak üzere herkes anlayış gösterdi ve biz yolda karar vermeyi gerektiren ve bu kararı veriyorken aslında verdiğimiz bu kararı uygulamak için fazlasıyla zaman kaybettiğimizi fark ettiğimiz "Türk tipi" gezintiden vazgeçtik. Vazgeçtik dediysek bi yere kadar tabi... Son güne kadar iyi dayandık ama! ;) 



Zürih Gölü, şehre hayat ve ruh veriyor... Yani elinden geldiğince...
 



Yahu şarkı falan demiştik, konu kapandı gitti... Kimse de birşey demiyor! :) Neyse, hani şu bi yere gidince şarkı mırıldanma meselesi vardı ya, ben Zürih'te başıma gelecekleri Zürih'e iner inmez dilime dolanan Teoman şarkısından anlamıştım! Ne de yakışmıştı birbirine Zürih ve Teoman. Tamam, ikisi de cool, ikisi de kaliteli işler ortaya koyuyor... Ama ikisi de biraz donuk mu ne yahu! Yani ne bileyim, al Teoman'ın CD'sini, arabada dinle, evde dinle, her yerde dinle... Ama konserine gidince yine CD'den dinlemiş gibi oluyorsun. Ruhu eksik diyemeyeceğim, Teoman'a haksızlık olabilir ama Zürih buna alınacağına bence biraz romantik olmayı öğrensin :) Evet çok güzel, evet çok yeşil, evet çok düzenli, evet ne trende ne tramvayda bilet kontrolü olmamasına rağmen herkesin bilet alması çok takdire şayan... Ama kardeşim ne bu kabalık, misafir sevmezlik. Hayır zaten dünyanın her yerinde çubuk kraker parasına aldığımız fast food menülerine 50-60 TL vermeye gönüllü de değiliz! Eeee, yeri gelmişken söyleyeyim dedim yani Zürih'cim. Biliyorum, asıl ilgi alanın milyon dolarları olan iş adamları ve sokaklarında onlarda binlercesi gezdiği için biz kek üzerindeki pudra şekeri oluyoruz ama, bak gün olur devran döner, haberin olsun! :))



 Bize tepeden bakan Zürih'e "tepeden" bakarak rövanş alıyoruz...

Hayali kulaklığımdan "ne ekmek ne de su" dinliyorken bir taraftan da fotoğraf çekiyordum. Bu sırada göle ulaşmıştık. Tarihi sayılabilecek binalar ve "ciks" markalarla donatılmış caddeleri geçerek güzel rekreasyonel alanlar barındıran göl kenarına varmak iyi gelmişti. Gelmişken bir de Çin bahçesi çıkarttık aradan. İsviçre'de Çin Bahçesi ziyareti Adana Kebapçısında suşi yemek kadar anamlı geliyor kulağa ama olsun, fena değildi sanki... Yolda Brezilyalı bi gezginle de tanıştım. Trabzon'a da gelecekmiş, bakalım artık... Sanırım gerçekten bozulmadan kalabilmiş en güçlü yanımız misafirperverliğimiz... Gelsin de Zürih'in donmuş pizza kıvamındaki misafirperverliğinden sonra bizde muhlama olsun! :)

 Zürih'te bir Çin Bahçesi... Bence de "ne alaka", ama güzel...

Dönüş yolunda yine "geleneksel" yanımız kabardı. Ben "ne oluyoruz" demeye kalmadan ekibin geri kalanını içinde gördüğüm tramvaya attım kendimi. Güzel güzel gidiyorduk... Nereye gittiğimizi bilmiyorduk ama, olsundu :) Yani en azından hava sıcaktı, tramvay klimalıydı, elimizdeki bilette ne yazdığıyla ilgili fikrimiz yoktu ama zaten bileti sallayan da yoktu! :) Sonra, artık ben Teoman'ın olmayan şarkısına biraz fazla mı kaptırdım kendimi bilmiyorum ama, nasıl bindiğimizi anlamadığım tramvaydan bir de iniyor olduğumuzu gözlemledim. Son anda attık kendimizi aşağıya, dile kolay, 2'si çocuk 16 kişi... Yani tamam, bu alet insanlar binsin ve insin diye yapılmış ama, yapan adam binen kişinin insan olduğunu da hesaplayarak buna bir başlangıç bir de bitiş noktası olan bir güzergah belirlemiş. Biz niçin ısrarla bu noktayı atlıyorduk bilmiyordum ama indiğimiz yerde artık asla sözünden çıkmayacağım ve grubu da çıkartmayacağım GPS'e baktığımda, gölün çevresinde bir tam tur attığımızı anladım. Bu şu demekti; tramvaya binmeden geriye yürüsek o an yürümemiz gerekenden çok daha az yürümüş olacaktık!

 Dönüş yolunda bizden bir tanıdık; İş Bankası... İyinin reklamı olmalı, yıllardır çalışırım ve çok memnunum ;)

Hayali kulaklığımda akılsız baş ve ayakların çektiği ceza teoremini içeren deyimimin sesi Teoman şarkılarına cızırtı yapmaya başlamıştı ki, istasyon belirdi. 3 ay önceden hazırladığım ve herkese de gönderdiğim programa göre Zürih'in en yüksek tepesi olan Uetliberg'e gitmemiz gerekiyordu. 16 kişilik bir ekip olmanın en kötü tarafı, bir zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olduğu gerçeği ile sık sık yüzleşmemiz oluyordu. Her ne kadar "bugün yorulduk, yarına bıraksak mı" sesleri duyuluyor gibi gelseydi de, yapılacak tek şey Teoman'ın sesini biraz daha açmaktı :) Öyle yaptım! ;)

 Uetliberg yolculuğu...

Uetliberg'e gitmek isterseniz aklınızda şu olmalı: Trenin platformu, saati önemli değil, üzerinde Uetliberg yazacak, kocaman kocaman. Yazmayınca ne oluyor? Basitçe bizim başımıza gelen şey oluyor. Gidiyorsunuz, tren bir istasyonda duruyor. O sırada siz dışarda duran İsviçreli yaşlı bir çiftle adamdan çok daha yaşlı gözüken kadın için "adam da şirket arabası gibi kullanmış yahu" diye dalga geçiyorsunuz :) Sonra, ilahi güç aklınızı başınıza getiriyor, haydi bakalım gerisin geri merkez istasyona... "Ne güzel tırmanıyorduk yahu, ne bu şimdi" demeniz boşa... Çabuk çabuk information'a gidip durumu anlatınca bu kez doğru trene biniyoruz, ama yazık ki hava kararmak üzere... 20 dakikalık tren yolculuğundan sonra 10 dakika daha yürüyoruz. Karşımızda alabildiğine güzel bir Zürih manzarası, turmanılmayı bekleyen bir kule ve kuleden bakınca görünen Zürih'in arka tarafları... Tabi ki site-residans falan yok! Yeşil, yemyeşil... Yani öyle böyle değil, saat 22:00'den sonra çık, kurda kuşa yem ol, öylesine yeşil!


Uetliberg'te gözetleme kulesi

ve gözetleme kulesinde biz :)

İstasyona döndüğümüzde ekibin hareket kabiliyeti koala ya da iguana ortalamasındaydı. Eh, yol yorgunluğu, uykusuzluk, üzerine sürekli yürüme... Otele zor düştük. Ertesi gün planladığımızdan 1 saat daha geç buluşup Zürih hayvanat bahçesine yollandık. Zürih Zoo ilginç bir yerde konumlanmış. Etrafı belli ki o milyon dolarlık hesapların sahipleri olanlara ait evlerle dolu. Hayır yani tamam, Trabzon'dan bir stadyum, bir kapalı spor salonu, 3 lise ve 2 hastanenin 500 m içinde yer almasına hazırlıklıydım ama, insan niçin lamalarla komşu olmak ister ki, işin içinden çıkamadım... Ekibin en küçük üyesi Tarık Emre'nin çiş stresi o sırada Teoman'ın sesini de, benim bu paradoksla uğraşma hevesimi de bastırıyordu. Ki, sevgili Tarık Emre 15 dakikada bir hatırladığı çiş stresiyle gezimize yön veren en önemli isimlerden biri oldu:) Tren yolculuklarındaki ikramlarını da unutmak olmaz tabi. Bir dahaki sefere kendisinden mutlaka kolonya ikramı da bekliyoruz ;)

Zürih Zoo ziyaret edilmesi gereken ilginç bir yer
Tarık Emre gezi boyunca gönüllü muavinimiz oldu :)

Zürih Zoo güzeledi... Güzeldi de, yani her fırsatta hava atmayı bilen Zürih biraz daha bakımlı bir yer hazırlayabilirdi sanki. Ben yurtdışında çok hayvanat bahçesi görmedim. Yurtiçindekilerle kıyaslamam elbette ama, ne bileyim, sanki biraz daha yakışıklı olmalıydı. Belki de Zürih'in züppeliğine karşı intikam alıyorum ama, ı-ıhh! Bence daha güzeli mümkündü :) Özellikle Madagaskar kısmı etkileyici idi. Rengarenk burunlu koca kuşu görünce keşke herşeye burnunu sokan herkesin burnu da böyle renkli olsa diye geçiriyor insan. Ya da ben öyle geçirdim içimden... Tam biraz daha derinlere dalıp sinirlenecektim ki Teoman'ın sesini açmaya karar verdim. "O herşeyi kendi yanından görür, Almak istediğini alır..." :))

Öğleden sonramız oldukça heyecanlı geçecekti! Niye? Suya gidiyoruz çünkü. Koskaca Mezopotamya uygarlığını var eden, Afrika'da yaşamı mümkün kılan, "Hasan 2 Salak Osman 4" kadar olmasa da yine de sinir bozucu olan "Hakkın 2 Olsun" kelime oyunlarıyla ezberlenmeye çalışılan su. E tabi konu Alplerle ilgili olunca, su bardakta durduğu gibi durmuyor. Akıyor... Baya baya akıyor. Şelale ama, düşeyde değil yatayda etkili bi şelale; Rheinfall.

Yukardan çok akıllı işi gibi durmasa da karşıya geçiş keyifli ve güvenliydi

Şelalenin ortasından tırmandığımız kayalık manzaraya en hakim nokta

Aktarmalı olarak 1 saatten biraz fazla zamanda ulaşıyoruz. Ekibin kız tarafı yine uykulu, Engin ve ben "hangi istasyondayız" telaşında, Tarık Emre arada tuvaletten çıkıp bizi görüyor ve sonra yine oraya gidiyor falan... Bir de Doğa'mız var tabi... Öner hocamızın kızı. Öner hoca taklitleriyle bizi kırıp geçirirken hem onun bu yeteneğine, hem de hocanın hoşgörüsüne şapka çıkartıyoruz.

Doğa ekibin neşe kaynağ oldu
Rheinfall tarihi bir kale ile hemen önünden akan bir nehrin oluşturduğu devasa bir şelaleden müteşekkil. Bilet almak için 10 dakika kaleye tırmanıyorsunuz. Süper bir pazarlama taktiği, zira adamlar sahip oldukları ve tarih dedikleri 200-300 seneyi bile böylece pazarlamış oluyorlar. Aşağıya aldığınız biletteki barkodu okutarak asansörle iniyor ve şelalenin olduğu kısma doğru yürümeye başlıyorsunuz. Ülke İsviçre, para da bol olunca adamlar sizi şelalenin en can alıcı noktasına yaptıkları terasla karşılıyor. Teras sağlam ama su da öyle sağlam akıyor ki, bi telaş bi telaş... Haydi çabuk çabuk çektirelim fotoğrafları da şurdan bir kurtulalım telaşı. Zaten ıslanıyorsunuz da, o kadar içindesiniz yani olayın. Teoman'a "naber, niye sustun" diyeceğim ama zaten sesimi duymasına imkan yok. Suyun ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha anlıyoruz...

Tarihi kaleyi görmeden bilet almanız imkansız!

Su güçlü, çook güçlü...

Derken, karşı kıyıya geçelim, gemilerle şelale turu yapalım diyorum. (Ahhh, ah... nerden bilirdim!). İsviçre'de yaşayan çok sayıda Türk'ten 2si de gemilerde kaptan olarak çalışanlardan çıkıyor. Önce karşı kıyıya, sonra şelalenin tam ortasındaki sivri kayalığa, sonra yine karşı kıyıya ve en sonra da yine geldiğimiz kıyıya çıkacağız. Herşey güzel de gidiyor... Hediyelik eşyalar alınıyor, fotoğraflar çekiliyor falan. En son karşı kıyıya çıktığımızda ekibin bir kısmı daha yukarıları keşfetmek istiyor. Sorun yok, zaten oturuyoruz. E ama derken bakıyoruz ki, biraz fazla oturuyoruz artık. Geri dönmek de lazım! Biraz daha, biraz daha derken vakit baya geçiyor. Artık sıkılan ve enerjisi düşen ekibi toparlamak tur liderliğinden ziyade insanlık görevi haline geliyor ;) Hayali Toman "saatim yok, tam olarak bilemem" deyince hatırlıyorum saate bakmaya. Bingo!!! Tren kalkmak üzere ve zaten karşıya geçecek son bot da yanaşmış durumda... İyi de hocalar nerede? Biz kimiz? Burası neresi? :)

Karşı kıyıya geçiyoruz...

Her neyse, biz karşıdayız artık. Botun Türk kaptanı da iyilik yapıp ekibin kalan kısmını bu tarafa geçireceklerini söylüyor. Tam "işte Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" diyeceğim geliyor ki, kaptanın ikinci sorusu beni kendime getiriyor. "Biletleri var, değil mi?" :) Eeee, Türk de olsan bir yere kadar, ekmek parası! Yok yok, konu İsviçre olunca fırın, tam otomasyona geçmiş ekmek fabrikası parası falan da denebilir...

İstasyona gelince bizde bir rahatlama bir rahatlama... E yorulduk, trende uyumamız lazım falan. Kalabalık olsa yer bulmak sorun olacak. Oysa kimsecikler yok! Ama bi dakika... Hava pırıl pırıl, günlerden Cumartesi, az önce en az bin tane adam gördüm ben. E nerde bunlar peki? Hemen koşup time table'a bakıyorum. Hayır hayır, olamaz... Daha gündüz yahu. Son tren nasıl 20 dakika önce kalkmış olabilir? Teoman'a sorayım diyorum... "Koşma yorulduysan, anaforda boğulduysan" diye cevap veriyor :) Koşmuyorum. Hocaları bekliyoruz ve en büyük itiraz sinirden son 20 dakikadır tuvalete gitmeyi bile unutan Tarık Emre'den geliyor: "Ben babama yukarı gitme demiştim, macera parkı varmış bi tane, ona gittiler. Bence şimdi beklemeyelim, gidelim biz!" :) Bekliyoruz tabi... Hocalar gelince kaleye tekrar tırmanıyoruz. Bize yolu tarif eden İsviçreli zayıf İngilizcesinin etkisiyle arabayla gelmediğimizi 10 dakika sonra anlayabiliyor. Ve az önce "kolay canım, gidersiniz" havasının yerini birden "hadi geçmiş olsun" alıyor :)

Son treni kaçırmış bir manga insan sükuneti :)
Sahip olduğumuz tek mekan bir otobüs durağı. Tabi adı durak, bi direk işte... Ufuktan gözüken otobüs umudumuz oluyor. Evet nereye gittiğini bilmiyoruz ama olsun. Bulunduğumuz yerden daha tenha bir kutuplar bir de Büyük Sahra var zaten :) Otobüse biniyorum, şöföre derdimi anlatıyorum. Israrla Almanca konuşuyor, ısrarla İngilizce konuşuyorum. En sonunda bizi anlayınca  patlattığı küfrü anlayacak kadar Almancam da varmış demek ki :) Bize büyük bir istasyondan bahsediyor, ordan Zürih'e ulaşabilirsiniz diyor. Paşa paşa biniyoruz... Yarım saatlik yolculuğumuz cep telefonlarımıza gelen "Almanya'ya hoş geldiniz" mesajıyla şenleniyor. "Nassı yani" diye irkilenlerimiz var. Yani evet, bir Almanya seyahatimiz de olacak ama, daha çok var... "Bu ne ileri görüşlülük böyle Turkcell" diyesimiz geliyor. Diyoruz da... Neyse, zaten istasyon da beliriyor ve iniyoruz. Ekip girişte kalıyor, koşa koşa yine time table inceliyorum. E güzel, cidden 10 dakika sonra bir Zürih treni var. Peki, biz nerdeyiz. Telefonuma yüklediğim İsviçre haritasına bakıyorum... Yok! Allah'ım, Lost'un son sezonu kimseyi tatmin etmedi de bi de bizle mi final yapılıyor acaba? Nasıl yok yahu? Biz bir yerdeyiz işte, bu yer nasıl haritada olamaz ki? Hahahaha... Öğrenmek fazla zaman almıyor!

Trene biniyoruz... Bir görevli bize yanaşıyor! Eeeee, korkunun üzerine gideceksin. Ben de ona yanaşıyorum. "Valla biz Zürih'e gidiyoruz, ahan da biletler" diyorum. Gülüyor. "Siz şu an Almanya'dasınız, bu biletler İsviçre'den alınmış, bizi bağlamaz. Gelirseniz gelin, inecekseniz inin, ama gelirseniz bilet almak zorundasınız" diyor. "Ne kadar bu biletler" diyorum. "Hesaplayamam" diyor, tren kalkmak üzere. "Son kez soruyorum" diyor. "Tamam ulan" diyorum. Binmeyipte ne yapacağız? Ülke değiştirmişiz haberimiz yok! Etrafta at bulsam affetmeyeceğim de, yok işte hiç birşey. 15 kişi arkada haber bekliyor. Elimizde BİM'den alınmış kuruyemişler dışında hiç birşey yok, ki zaten onu da yarısı soslu fıstık, ağzıma sürmem! Neyse, abimiz hesaplıyor bilet paralarımızı. Bildiğin "haşırt the blackboard" durumu :) Ahan da işte maceranın kralı, hiç parkına falan gitmeye gerek yokmuş...

Otele geldiğimizde artık hiç kimsenin gruptan bağımsız olmamasını, kimsenin kimseyi beklememesini konuşuyoruz. Gerçi herkes konuşmanın iş olsun diye yapıldığını düşünüyor ama ben aynı şeyi daha önce Japonya'da da yapmış biri olarak kendime inanıyorum ;)

Ertesi gün Lucerne'e gidiyoruz. Güzel bir gün olacağı kesin. Önce şehir merkezi, ahşap tarihi köprü, sonra Alplerin zirvesi... Tabi ki bu zirvenin çıkışı ve inişi asıl atraksiyon. Çıkış dünyanın en dik tırmanan treni ile, iniş dünyanın en yüksek teleferik hatlarından biriyle... Başlı başına eğlence işte! En azından öyle gözüküyordu! :)

Lucerne merkezindeki ilk etkinliğimiz tarihi ahşap köprüden geçerek yaralı aslan heykeline, ardından da buzul müzesine ulaşmaktı. Heyhat, çoğunluğunu kızların oluşturduğu 16 kişilik bir grupta ha deyince bir yerden bir yere gitmek olmuyor tabi. O yolun her metresinde birilerinin boyunlarını yatayla yaklaşık 30 derecelik bir açı yapacak şekilde tuttuğu bir facebook profili fotoğrafı çekilecek! :) O yüzden, yavaş ama emin adımlarla ilerledik hep. Tarihi Şapel köprü üzerindeki yağlı boya tabloları ile de ünlü. Bunun yanında mevsim gereği süsledikleri ve sürekliliği olan çiçeklerle çok daha sıcak ve çekici olmuştu.

Lucerne'deki Şapel Köprü görülmeye değer güzellikte...

Lucerne, manzara değeri Zürih'ten de fazla olan çok güzel bir gölün hemen yanında konumlanmış...
Yola devam edince, Fransız devrimine karşı gücün sembolü olarak yapılmış ve 1820'nin teknolojisi ile oldukça detaylı işlenmiş bir aslan anıtı karşıladı bizi. Aslında adı "aslan" olan bir anıtın içimizde olası Galatasaraylıların hava atma mekanizmasını harekete geçireceğinden endişelenmedim değil. Eeee, serde Trabzonluluk ve Trabzonsporluluk var ;) Sonra alana varınca baktım ki aslan yaralı, rahaattt bir nefes aldım. Yine toplu fotoğraf faslı...

Aslan anıtındayız
Hemen bitişiğindeki buzul müzesi hem İsviçre'deki ilk müze ziyaretimiz olması, hem Tarık Emre'nin ilk kaybolma girişimi, hem de içerideki ayna atraksiyonlarını kullanıp bol bol eğlenmemiz için önemliydi. Bir inşaat temeli atıldığı sırada bulunmuş bir buzul kuyusunun etrafında gelişirilmiş müze bir zamanlar Lucerne'nin buzullar altında olmasını olduğu kadar, biraz sonra göreceğimiz enfes buzul göllerinin varlığını da açıklıyordu...

Buzul müzesinin bahçesi oyun alanımız oldu

Lucerne merkezini bitirdikten sonra, trenle Pilatus'a doğru yol almaya başladık. Pilatus İsviçre'nin en yüksek zirvesi değil belki ama en yakışıklısı olduğu kesin! Gerçi bizim grubu görünce biraz kompleks yapmış olma olasılığı yüksek ama biz yine de fazla canını sıkmak istemedik ;)) iyi ki istemedik, çünkü kendisi bizimkini oldukça sıktı! E günlerden Pazar, hava Antalya güneşini aratmıyor. Ne yapsın bu İsviçreliler? Vurmuşlar kendini dağlara... Bizim binmek için sabırsızlandığımız o meşhur tren için 2 saatten fazla beklememiz gerektiği söylenmesin mi? Her ne kadar görevli kızın bozuk İngilizcesinden faydalanıp anlatamamış pozlarına yatsam da, ı-ıhh! Olmadı, çıkartmadılar bizi yukarıya... Yapacak birşey yoktu, göl manzarası bizi bekliyordu. Gittik göl kıyısına oturduk. 

Pilatus'a çıkmak için göl kenarında bekliyoruz...

Ben birgün önce havaalanındaki bir müzikholde tanışıp takılmak durumunda kaldığım (ve tamamen tesadüfen eskiden Teoman için çaldığını söyleyen) bir İspanyol gitarist yüzünden fazlaca uyuyamamıştım. Böyyllee içim mi geçti desem, hava mı çarptı desem, sahibinin göle attığı çomağı 200 m yüzüp geri getiren yetenekli ama bu eylemi sonsuza kadar yapabileceğini hissettiğim için fazla zeki bulmadığım köpeğin ilüzyonu mu desem... Bi bakmışım ki uyuyorum. Daha doğrusu bakamamışım. Uyandığımı hatırlıyorum sadece. Pasaportuma sıkı sıkı sarılmış, çimlerden hafif nem kapmış olarak... Eh, Alplere gidip siesta da yaptık diyeceğiz diye kendimi avutup ağrıyan belimi görmezden geldim. Bu sırada ekip yine bolca face fotoğrafı çektirmiştir kesin, hani arkalarından konuşmak gibi olmasın ama... :))

2 saatin sonunda tren kuyruğundaki yermizi aldık ve atalarımızın savaş alanında ilerlemesi gibi hilal biçiminde ecnebileri sararak ilk sıralardaki yerlerimizi aldık :) Bu sırada yaptığımız esprilere falan değinmiyorum tabi. Derken trenlerimiz geldi, kurulduk içine. Tüm beklememize değecek güzellikte bir manzara izleye izleye, Heidi'nin köyünde yaşamalarına rağmen şu ana kadar bize asla gösterilmeyen koca göbekli adamları göre göre zirveye koyulduk. Tarık Emre biraz heyecan yaptı ama bu heyecan Buket'in dönüş yolunda teleferikte yapacağının yanında değinmeye değmeyecek boyuttaydı :)



Dünyanın en dik tırmanan trenindeyiz...

Zirveye varınca Alpin bitkilere adını vermiş tepelerde biraz daha fazla kalmak isterdim doğrusu. Ama teleferikteki sıraya bakınca İsviçre'nin geri kalan nüfusunun çok fazla olmadığı kanısına kapıldım. Koca ülkede herkes mi bir sırada toplanır? Yapacak birşey yoktu. Zaten 2 saat göl kenarında beklemiştik. Ya da daha doğru bir ifadeyle herkes beklemiş ben uyumuştum. Sıraya girdik ve teleferiğimizi beklemeye başladık...

Teleferik sırasındayız
Dışardan korkunç gözüken birçok şey içerden bakınca o kadar da korkunç gözükmezmiş ya, hikaye. Bu teleferik göründüğünden çok daha korkunç. Tabi ki en önde yerimi alıyorum ve açık olan camdan aşağıya bakıyorum ama, yok yani... Korkunç cidden! Sonra arkamda Zeynep'in "Buket niye kolumu ısırıyorsun" deyişiyle irkiliyorum. Bir de az önce yan taraftan aşağıya doğru bakan Banu Hoca'nın yere çömelmesiyle anlıyorum ki, korkunç bi yerdeyiz! :) Ama güzel... Sonra devasa teleferiğimizden inip "teleferikcik"lere biniyoruz. Bunlar da yüksek falan ama öncekinin yanında traş tabi ki... Süzüle süzüle Lucerne'e doğru inişe geçiyoruz. Üzerinden geçtiğimiz köyler maket izlenimi veriyor. Hafif asimetrik duran birşeyi uzanıp değiştiresi geliyor insanın...



Ertesi gün doğum günüm... Gece saat 12:00'de gezi ekibinin eşsiz jesti ile karşılaşıyorum. Odama gitmek üzereyim, uykusuz... Engin "abi e-mail atmamız lazım" gibi birşey söylüyor, "yarın atalım" diyorum. Yok, illa hemen atılacak! "Bari ben senin odana geleyim, benim odada ben hemen uyurum" diyorum, o da olmuyor! Yarım saat sonrası için sözleşiyoruz. Sonrası malum, odasına çıkıyorum, bilgisayar aşağıda diyor. Aşağı iniyoruz, ekip orda, mumlar, pasta... Güzeldi yahu. Hayatım boyunca ilk kez bir doğum günü için 2 sürpriz yaşadım. Bir diğeri bir hafta öncesinde Trabzon'daydı. İki sene yaşlanmış gibi olduk ama olsun :)

Bir sonraki gün kendime doğum günü sürprizi yapıyorum! Ailemin, arkadaşlarımın, etraftaki herkesin dilinden düşürmediği "ne yapıştın şu telefona" cümlesinin nesnesi, benim güzel iPhone 4'üm kendini Zürih caddelerinden birinde yere atıyor! Yani sanırım, benim dahlim yok, kendisi atlıyor yere... Hakem görse direkt sarı kart, o derece... Benim fark etmem yarım saat kadar alsa da kendisinden tüm aramalara rağmen haber alınamıyor. E sağlık olsun diyorum, ne edeyim? Ahan da buraya yazıyorum ama, ben o iPhone'u sana nasıl verdiysem fazlasını almayı da bilirim ey Zürih! :P :)

Öğleden sonra peyzaj mimarı olmanın etksiyle Avrupa'nın en özgün dikey bahçesine gidiyoruz. GPS'e nokta atmamış olsam bulmamıza imkan yok. Mahalle arasına gizlenmiş, bizde olsa pazar yeri yapılacak çok basit, sade bir konstrüksiyon  ve onu kaplayan yeşiller. Fikir basit ama etki süper. İhtiyacımız olan bir yaklaşım. Ben çok sevdim! Dönüşte bir Türk Lokantasındayız. Yalan yok, ben belli kriterleri sağladıktan sonra dışarda ne bulursa yiyen tiplerdenim. Nedir o kriterler, işte domuz olmayacak, temiz olacak, et kesilmiş hayvandan olacak falan... Bundan sonra yok kokusu şöyleymiş, yok içi pişmemiş falan, bana çok uzak. Ye işte ne olacak, evde hergün pilav yersin nasılsa... Neyse, ekibe uyup Türk Lokontasında İtalyan spagettisi ve pizzası yiyoruz. Tabi ayran bizimdir! Daum'un yakasında yıllarca reklamını gördüğümüz Gazi ile orda tanışıyoruz. Meğer kendisi böyle bir firma imiş. Acaba Daum'un Atatürk sevgisine bağlayan olmuş mudur? Severiz öyle şeyleri...

Dikey bahçe

Zürih'teki son durak üniversitenin botanik bahçesi... Seraları ile meşhur ama hava öyle böyle değil, cehennem sıcağı... Ekibin büyük kısmı kendini cafeye atıyor. Engin artık su yerine Red Bull tüketiyor ama burda yok. Buzlu Çayın da şeftalisi yok hiç bir yerde, hep limon... Kalıyoruz yine suya. İsviçre'de damak tadımıza uygun su bulmakta zorlanıyoruz. Ya soda, ki ben sevdiğim için sorun yok, ya da içenlerin "zemzem gibi" diye tanımladığı bir başka model! Cheese cake, soğuk içecekler derken tam kalkıp seralara gitmeye niyetleniyoruz ki ekibin dışardaki kısmından seralar bakımda ve kapalı haberi geliyor. E üzülüyoruz tabi, dünyanın yolunu gelmişiz ama hava da çok sıcak be birader! Vardır bunda da bi hayır! ;) Dışarı kısımları gezip ayrılıyoruz... Ertesi gün de İsviçre'den ayrılıyoruz zaten. Önce Almanya, ardından da Fransa topraklarında olacağız. Bie pahalıya patlasa da bir "kaza" sonucu Almanya'ya girmiştik zaten. Bu kez gönüllü gidiyoruz, isteyerek ;)

 Almanya'daki durağımız Freiburg im Breisgau. Yani sadece Freiburg derseniz kimse sizi dövmüyor ama İsviçre'de de bir Freiburg olduğundan, eğer bizim gibi ordan geliyorsanız bilet alımı sırasında sorun yaşayabilirsiniz. Daha ucuz diye ötekine gitmeyin de... :)

Freiburg im Breisgau İsviçre'den sonra bize köyümüz, mahallemiz gibi geliyor. Bir kere insanlar daha yardımsever, İngilizceleri çok daha iyi, kibarlar. Yemek için ben hiç beğenmesem de sağda solda bolca Türkçe yazılar, dolayısıyla Türk restorantları var. Ama bu işe bir el atmak lazım bence... Döner diye sattıkları kıymada imal edilmiş o şeyden kurtulup gerçek döneri getirmek bence bir memleket meselesi. O ne yahu... Döner desen değil, lastik değil... Baharat ve sostan dönerin tadı yok. Sevmedim ben. Mc Donalds bile fena değildi ama, 2. gün gittiğimiz İtalyan Restoranını değişmem mesela... Çalışanı olan Yunanlı genç çocuk İngilizce başlayan muhabbetimize "yemek nasıldı arkadaş" diye girince şaşırıyor ve mutlu oluyoruz. Yunanca "iyiydi" diye cevap verince o da mutlu oluyor. Ucuza güzel pizzalar ve makarnalar yiyoruz...

Freiburg im Breisgau küçük ama sevimli bir yer. Almanya'nın Antalya'sı. Fiyatlar Almanya'ya göre biraz yüksek bilinirmiş. Bize İsviçre'den sonra bedava geldi. İnsani fiyatlarla meyva yedik mesela :) Tren - otobüs biletleri de neredeyse yarı yarıya. Şehir Almanya'nın en sıcak iklimine sahip, hafif Fransız etkisi görülüyor. Tarihi sokakları insanı gördükçe çileye sokan ve Çin işkencesi izlenimi veren küçük doğal taşlarla döşeli. Kente karakter veren en önemli unsur 30 cm derinliği ve belki bundan biraz daha geniş olan su kanalları. Kanal demek doğru mu bilmiyorum, insan biraz daha büyük birşey hayal edebilir kanal denince. Sanki bizdeki akarların daha derini desek daha doğru olur ama, içindeki su sürekli akıyor. Bu hem iklimi yumuşatıyor, hem de herkes için atraksiyon oluşturuyor. Ayaklarını sokanlar, içinde yürüyenler, serinlemek için kenarında oturup oynayan çocuklar falan... Çok hoşuma gitti! Bizde olsa bu kadar temiz kalır mıydı diye düşündüm ve üzüldüm. Camları çekçek ile temizleyen esnafın deterjanlı kovayı kanala döktüğü bir sahne canlandı gözümde. Yeri gelmişken, sanırım Almanya etkisiyle dilimde bu kez Jeanette Biedermann'ın How It's Got To Be'si var. 

Su kanalları kente karakter veriyor

Döşeme detayları çok ilginç...
Freiburg'ta ilk gün şehir turu ve alışverişle geçiyor. iPhone4'ümü kaptırdığım Zürih'e gıcıklık olsun diye mi, kendimin düşen moralini yükseltmek için mi bilmem, Apple Store'a dalıp bir iPad2 alıyorum. Biliyorum kazanan yine Steve Jobs oluyor ama olsun. Seviyorum yahu ben bu Apple'ı. Benden sonra Buket de alıyor, ikilemiş oluyoruz. Bu arada, ilginç bir detay... Apple Store'dan önce gittiğimiz Media Markt'ta kredi kartı ile alış veriş yapamıyoruz. Sadece nakit satıyorlarmış. 2 saat ürün beğenip renk seçtikten sonra öğrenmek tuhaf oldu tabi :)

Steve Jobs'a verdiğimiz katkıdan ötürü kendimize teşekkür ederken, ertesi gün Freiburg'a gelme nedenimiz olan Kara Ormanlar'ı ziyaret etmenin heyecanını yaşıyorum. Sabah olunca hocalarım "Colmar diye bir yer varmış, tarihi dokusu iyiymiş, oraya mı gitsek" teklifinde bulunuyor. Ben son dakika değişikliklerinden pek haz etmiyorum. Herşeyden önce bir yer ziyaret edilecekse şöyle 2-3 gün çalışılmalı diye düşünüyorum. O yüzden "Kara Orman" fikrimi net olarak ortaya koysam da çoğunluğa uyacağımı da ekliyorum. "Hava yağmurlu, orman zor olur" gerekçesi ile çoğunluk Colmar'a kayıyor. Bence sorun yok, ama sonuçta planladığım programın dışında olduğu ve bilgim olmadığı için gezinin son gününde "katılımcı" olmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşıyorum. Öte yandan, saat 11 olunca yeni yola çıkabiliyoruz. İlk durak Breisach am Rhein isimli küçük bir sınır kasabası oluyor. Daha doğrusu, aslında aktarma yapacağımız yerdi ama Colmar otobüsünün 3 saat sonra kalktığını öğrenince gezmek zorunda kaldık. Zaten buranın sınır kadabası olduğunu Colmar'a gidince Colmar'ın Fransız topraklarında olduğunu öğrenince anlıyoruz! :) Yani benim alışamadığım şey tam olarak bu işte! Yolda bir şey yapmaya karar verince ister istemez atlıyorsun bazı şeyleri. Colmar diye bir yeri gezmeye gidiyoruz ve hangi ülkede olduğunu bilen yok, gününyarısı tren ve otobüs beklemekle geçiyor falan :) Neyse, Breisach am Rhein'de bizi Urfa'lı bir arkadaş gezdirdi. Yine bir Urfa lokantasında sulu yemek yedik. Sonra otobüsle Colmar...

Breisach am Rhein küçük ve şirin bir kasaba. Bina cepheleri bol bol yeşille kaplanmış...

Sınır şehirleri genellikle tipik o ülke şehri olmuyor. İster istemez "komşu" kültür etkisi gözüküyor. Colmar da tipik Fransız şehri değil. Colmar da zaten kendini "la petite Venise" olarak tanımlıyor ve pazarlıyor. Yani, "Küçük Venedik". Bu Venedik tanımını birçok ülkede görmek mümkün. Kanalı olan herkes kendini Venedik ilan ediyor ama elbette hiç biri yanına dahi yaklaşamaz... Japonya'da çok sevdiğim Kurashiki, Londra yakınlarındaki Camden Town da "küçük Venedik"tiler...

Colmar tarihi bir cadde boyunca uzanıyor. Yürümeye başlıyoruz ama bir sorun var; kanal yok! :) Newton yer çekimini bulduğundan beri su yukardan aşağı doğru akar, malum! Biz zaten yukardan geldik, su da aşağı doğru akıyor ve yukarda kanal yok. Belli ki aşağıda bir yerde. Yine de demokrasi var tabi, grubun yarısı yukarı doğru, yani otobüsle geldiğimiz noktaya doğru gidiyor. Biz aşağıya doğru yol alıyoruz. Tarihi sokaklardan geçerken ister istemez alış veriş olayına girişiyoruz! Derken kanal çıkıyor karşımıza. Güzel işte, abartmanın anlamı yok. Yani Venedik falan, n'oluyouz, ayıp oluyor demek istiyorum ama haksızlıkta yapmak istemem. Kendi çapında oldukça güzel bir yer diyelim...

Colmar tarihi kimliğini korumuş küçük bir Fransız kasabası...

Bir Fransız cafesine oturup kahve içerken kanalda gezinen gondolumsu kayıklar gözümüze çarpıyor. Bu sırada kanalın "kaynağına doğru" yürüyen grupta geri dönüp bize katılıyor. Biz kayığımsı bu şeye binelim diyoruz. Bingo! 8 kişi aynı kayıktayız. Bana kalırsa bir 8 kişi daha alır ama kızlar aynı görüşte değil. Elif'in yüzüne bakıyorum, Allah'tan güneş gözlüğüm yanımda, yoksa o beyazlık insanı kör ederdi! :) En arkada duran Fransızla göz göze geliyorum. "Sallayayım mı" diyorum çaktırmadan, göz kırparak "hiç bişey olmaz" demeye getiriyor. Ve asıl eğlence başlıyor... 




Suyun üzerinde 4-5 cm'lik bir kısmı kalan kayık sallandıkça arkadan yükselen cırıltılar içimden mırıldanmaya başladığım Alizee şarkılarına karışıyor... Eeee, madem Fransa'dayız, o zaman Fransızca takılmak lazım. Bir de Shania Twain'in I won't leave you lonely şarkısı, içinde geçen "Je t'aime beaucoup, mon amour" ve "Te amo mucho, mi amor" hatrına sanırım :) Ne güzel şarkıdır yahu... Son kısmı şarkıyı dinleyerek geçelim derim...



Sağanaktan sırılsıklam olan ekibimiz için artık önce Almanya'ya, sonra İsviçre'ye, sonra da yurda dönüş vakti geliyor... Hepimiz yorgunuz. Hepimiz ıslağız. Ama en azından ben mutluyum. Arkamda çok temiz kullanılmış bir iPhone4 bırakarak Teoman ve Orhan baba'dan arakladığım başlıkla bu geziye nokta koymaya hazırlanıyorum;

Ne ekmek ne de su, bir teselli ver be Zürih! :)))))))