3 Temmuz 2011 Pazar

Ne ekmek ne de su, bir teselli ver be Zürih!

Çocukken normal değildim sanırım. Yani, çocukken de normal değildim sanırım :) Ya da ne bileyim, belki herkesin yaptığı şeyleri yapıyordum ama insanlar genel olarak "cool" zamanlarıyla hatırlanmak istediği için konusu pek olmuyor, olmayınca da saçmalayanın bir sen olduğu hissine kapılıveriyorsun. Umuyorum milletin yanında olduğun gibiden ziyade olması gerektiğin gibi olman gerektiğini keşfettiğimde bunu yapmayı reddedecek bilince de sahibimdir. Şu an öyle çok şükür de, arada birkaç seneyi de diğer türlü geçirdiysek üzülürüm yani. Şu dünyada var mı samimiyet gibisi... Uzun vadede kazanan hep sensin, yeterki samimi ol, oynama! Hele sağın solun hiç oynamasın!

Neyse, bu kısım aklıma şurdan geldi: Ben küçükken tüm arabaların arka görünüşlerinin bir surat ifadesi olduğunu düşünürdüm! Yani o kadar felsefe yapabilir miydim bilmiyorum ama, mesela "bu somurtkan arabaya niye bu kadar para vermiş ki" diye düşünmüş olabilirdim sanırım. Bir Lada 2107 station vardı mesela... Çocuk aklımla ağzını yarım metre germiş bir arabaya niye para verirler hiç anlamazdım diyeceğim ama, yaş 30'u geçti, yine öyle düşünüyorum... :)

Neyse efenim... Konu nerden nereye gelecek yine. Şimdi de şöyle bir düşünce paydah oldu başıma. Bir şehirde yürürken birinin şarkılarını mırıldanmaya başlıyorum. Yerli ya da yabancı olabiliyor. Ama genelde aynı şehirde kaldığım süre boyunca aynı adamın-kadının-grubun şarkıları oluyor! Ben anormal olduğunu zaten bildiğim için şaşırmıyorum ama aranızda şaşırmayan başkaları da varsa devam edelim... ;)

Sonradan fark ettim ki, bu şarkıcıların bende oluşturduğu imajla şehirlerin arasında bir bağ var. Şarkılardan ötürü mü şehirleri seviyor ya da gıcık kapıyorum, yoksa şehirlerin bende oluşturduğu hislere göre mi şarkılar çıkıyor emin değilim. 2. olmasını tercih etsem de, önemli olan bir yerden döndüğümde hangi şehirde kimin şarkılarını mırıldandığımı (ya da içimden, hayal ederek o kişiden dinlediğimi) hatırlamam. Şakgadanak aklımda o imaj oluşuveriyor...

Şimdi, bu "kullanma kılavuzu" açıklamasından sonra, gelelim Zürih - Freiburg - Colmar merkezli İsviçre - Almanya - Fransa turunun bende bıraktıklarına...

Zürih'i uzun yıllar sonra görmek, seneler önce görüşüp birbirinizi fazla sevmeseniz de çaktırmamaya çalıştığınız birini görmek gibiydi. Biraz süzdük birbirimizi... Zürih kuvvetle muhtemel göz göze gelmek istemediğimi sanmıştır. Ne alakası var? Gece 2'de binmişim uçağa, İş Bankası'nın dış hatlardaki salonunda gözüme kestirdiğim koltukta uyuduğum 1 saati saymazsak, aktarmasıyla falan sabah 10'da ve uykusuz biçimde Zürih'teyim. Gözlerimi açık tutamıyorum ki Zürih'e bakabileyim :) Öyleyse ne yapmak lazımdı, otelde erken check in için dua-yalvarma-çabalama üçlüsünü kullanmak! Bunları zaten Türkiye'deyken telefonda yapmıştım, gerek kalmadı. Ve Mövenpick beni yanıltmadı. Temiz odaları, İsviçre'de gördüğüm en nazik (pardon tek nazik) çalışanları ile erkenden bizi karşıladı ve 2-3 saatlik bir dinlenme ile düştük yollara...

 Zürih merkez istasyonu devasa giriş kapısı ve hemen yanı başında bulunan heykelleri ile ünlü
 
Zürih Avrupa'nın birçok önemli kenti gibi nehirlerin karakter verdiği bir kent ve bir artısı da var; Zürih Gölü! İlk gün uykusuzluk ve yorgunluğun da etkisiyle fazla açılmadan, göl çevresinde takılalım dedik. Ben iç güdülerine de güvenen, ama elinde bir GPS dururken iç güdülerine güvenmenin gereksiz bir risk almak olduğunu düşünen biriyim sanırım. Tek olduğumda GPS ne derse öyle yürürüm ama, e tabi grup kalabalık, herkesin bir ilgi alanı var, hocalarımız var... Mecburen zaman zaman gitmemiz gereken bir yöne değil, "sanki şuradan gitsek daha kolay varacağız" denilen yönlere de gidiyoruz gibiydi... Gibisi fazla aslında, elimde duran GPS ağlamaklı ağlamaklı Mardin üzerinden göle doğru ilerlediğimizi söylüyordu. Ama olsundu, amaç zaten gezmekti, yeni yerler keşfetmekti... Yine de ertesi gün asla böyle olmayacak diyerek yürümeye devam ediyordum ki, daha önce belirlenen rotanın dışına çıkmak için yarının geç bir zaman olduğunu fark ettim :) Sağolsun başta değerli Öner Hocam olmak üzere herkes anlayış gösterdi ve biz yolda karar vermeyi gerektiren ve bu kararı veriyorken aslında verdiğimiz bu kararı uygulamak için fazlasıyla zaman kaybettiğimizi fark ettiğimiz "Türk tipi" gezintiden vazgeçtik. Vazgeçtik dediysek bi yere kadar tabi... Son güne kadar iyi dayandık ama! ;) 



Zürih Gölü, şehre hayat ve ruh veriyor... Yani elinden geldiğince...
 



Yahu şarkı falan demiştik, konu kapandı gitti... Kimse de birşey demiyor! :) Neyse, hani şu bi yere gidince şarkı mırıldanma meselesi vardı ya, ben Zürih'te başıma gelecekleri Zürih'e iner inmez dilime dolanan Teoman şarkısından anlamıştım! Ne de yakışmıştı birbirine Zürih ve Teoman. Tamam, ikisi de cool, ikisi de kaliteli işler ortaya koyuyor... Ama ikisi de biraz donuk mu ne yahu! Yani ne bileyim, al Teoman'ın CD'sini, arabada dinle, evde dinle, her yerde dinle... Ama konserine gidince yine CD'den dinlemiş gibi oluyorsun. Ruhu eksik diyemeyeceğim, Teoman'a haksızlık olabilir ama Zürih buna alınacağına bence biraz romantik olmayı öğrensin :) Evet çok güzel, evet çok yeşil, evet çok düzenli, evet ne trende ne tramvayda bilet kontrolü olmamasına rağmen herkesin bilet alması çok takdire şayan... Ama kardeşim ne bu kabalık, misafir sevmezlik. Hayır zaten dünyanın her yerinde çubuk kraker parasına aldığımız fast food menülerine 50-60 TL vermeye gönüllü de değiliz! Eeee, yeri gelmişken söyleyeyim dedim yani Zürih'cim. Biliyorum, asıl ilgi alanın milyon dolarları olan iş adamları ve sokaklarında onlarda binlercesi gezdiği için biz kek üzerindeki pudra şekeri oluyoruz ama, bak gün olur devran döner, haberin olsun! :))



 Bize tepeden bakan Zürih'e "tepeden" bakarak rövanş alıyoruz...

Hayali kulaklığımdan "ne ekmek ne de su" dinliyorken bir taraftan da fotoğraf çekiyordum. Bu sırada göle ulaşmıştık. Tarihi sayılabilecek binalar ve "ciks" markalarla donatılmış caddeleri geçerek güzel rekreasyonel alanlar barındıran göl kenarına varmak iyi gelmişti. Gelmişken bir de Çin bahçesi çıkarttık aradan. İsviçre'de Çin Bahçesi ziyareti Adana Kebapçısında suşi yemek kadar anamlı geliyor kulağa ama olsun, fena değildi sanki... Yolda Brezilyalı bi gezginle de tanıştım. Trabzon'a da gelecekmiş, bakalım artık... Sanırım gerçekten bozulmadan kalabilmiş en güçlü yanımız misafirperverliğimiz... Gelsin de Zürih'in donmuş pizza kıvamındaki misafirperverliğinden sonra bizde muhlama olsun! :)

 Zürih'te bir Çin Bahçesi... Bence de "ne alaka", ama güzel...

Dönüş yolunda yine "geleneksel" yanımız kabardı. Ben "ne oluyoruz" demeye kalmadan ekibin geri kalanını içinde gördüğüm tramvaya attım kendimi. Güzel güzel gidiyorduk... Nereye gittiğimizi bilmiyorduk ama, olsundu :) Yani en azından hava sıcaktı, tramvay klimalıydı, elimizdeki bilette ne yazdığıyla ilgili fikrimiz yoktu ama zaten bileti sallayan da yoktu! :) Sonra, artık ben Teoman'ın olmayan şarkısına biraz fazla mı kaptırdım kendimi bilmiyorum ama, nasıl bindiğimizi anlamadığım tramvaydan bir de iniyor olduğumuzu gözlemledim. Son anda attık kendimizi aşağıya, dile kolay, 2'si çocuk 16 kişi... Yani tamam, bu alet insanlar binsin ve insin diye yapılmış ama, yapan adam binen kişinin insan olduğunu da hesaplayarak buna bir başlangıç bir de bitiş noktası olan bir güzergah belirlemiş. Biz niçin ısrarla bu noktayı atlıyorduk bilmiyordum ama indiğimiz yerde artık asla sözünden çıkmayacağım ve grubu da çıkartmayacağım GPS'e baktığımda, gölün çevresinde bir tam tur attığımızı anladım. Bu şu demekti; tramvaya binmeden geriye yürüsek o an yürümemiz gerekenden çok daha az yürümüş olacaktık!

 Dönüş yolunda bizden bir tanıdık; İş Bankası... İyinin reklamı olmalı, yıllardır çalışırım ve çok memnunum ;)

Hayali kulaklığımda akılsız baş ve ayakların çektiği ceza teoremini içeren deyimimin sesi Teoman şarkılarına cızırtı yapmaya başlamıştı ki, istasyon belirdi. 3 ay önceden hazırladığım ve herkese de gönderdiğim programa göre Zürih'in en yüksek tepesi olan Uetliberg'e gitmemiz gerekiyordu. 16 kişilik bir ekip olmanın en kötü tarafı, bir zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olduğu gerçeği ile sık sık yüzleşmemiz oluyordu. Her ne kadar "bugün yorulduk, yarına bıraksak mı" sesleri duyuluyor gibi gelseydi de, yapılacak tek şey Teoman'ın sesini biraz daha açmaktı :) Öyle yaptım! ;)

 Uetliberg yolculuğu...

Uetliberg'e gitmek isterseniz aklınızda şu olmalı: Trenin platformu, saati önemli değil, üzerinde Uetliberg yazacak, kocaman kocaman. Yazmayınca ne oluyor? Basitçe bizim başımıza gelen şey oluyor. Gidiyorsunuz, tren bir istasyonda duruyor. O sırada siz dışarda duran İsviçreli yaşlı bir çiftle adamdan çok daha yaşlı gözüken kadın için "adam da şirket arabası gibi kullanmış yahu" diye dalga geçiyorsunuz :) Sonra, ilahi güç aklınızı başınıza getiriyor, haydi bakalım gerisin geri merkez istasyona... "Ne güzel tırmanıyorduk yahu, ne bu şimdi" demeniz boşa... Çabuk çabuk information'a gidip durumu anlatınca bu kez doğru trene biniyoruz, ama yazık ki hava kararmak üzere... 20 dakikalık tren yolculuğundan sonra 10 dakika daha yürüyoruz. Karşımızda alabildiğine güzel bir Zürih manzarası, turmanılmayı bekleyen bir kule ve kuleden bakınca görünen Zürih'in arka tarafları... Tabi ki site-residans falan yok! Yeşil, yemyeşil... Yani öyle böyle değil, saat 22:00'den sonra çık, kurda kuşa yem ol, öylesine yeşil!


Uetliberg'te gözetleme kulesi

ve gözetleme kulesinde biz :)

İstasyona döndüğümüzde ekibin hareket kabiliyeti koala ya da iguana ortalamasındaydı. Eh, yol yorgunluğu, uykusuzluk, üzerine sürekli yürüme... Otele zor düştük. Ertesi gün planladığımızdan 1 saat daha geç buluşup Zürih hayvanat bahçesine yollandık. Zürih Zoo ilginç bir yerde konumlanmış. Etrafı belli ki o milyon dolarlık hesapların sahipleri olanlara ait evlerle dolu. Hayır yani tamam, Trabzon'dan bir stadyum, bir kapalı spor salonu, 3 lise ve 2 hastanenin 500 m içinde yer almasına hazırlıklıydım ama, insan niçin lamalarla komşu olmak ister ki, işin içinden çıkamadım... Ekibin en küçük üyesi Tarık Emre'nin çiş stresi o sırada Teoman'ın sesini de, benim bu paradoksla uğraşma hevesimi de bastırıyordu. Ki, sevgili Tarık Emre 15 dakikada bir hatırladığı çiş stresiyle gezimize yön veren en önemli isimlerden biri oldu:) Tren yolculuklarındaki ikramlarını da unutmak olmaz tabi. Bir dahaki sefere kendisinden mutlaka kolonya ikramı da bekliyoruz ;)

Zürih Zoo ziyaret edilmesi gereken ilginç bir yer
Tarık Emre gezi boyunca gönüllü muavinimiz oldu :)

Zürih Zoo güzeledi... Güzeldi de, yani her fırsatta hava atmayı bilen Zürih biraz daha bakımlı bir yer hazırlayabilirdi sanki. Ben yurtdışında çok hayvanat bahçesi görmedim. Yurtiçindekilerle kıyaslamam elbette ama, ne bileyim, sanki biraz daha yakışıklı olmalıydı. Belki de Zürih'in züppeliğine karşı intikam alıyorum ama, ı-ıhh! Bence daha güzeli mümkündü :) Özellikle Madagaskar kısmı etkileyici idi. Rengarenk burunlu koca kuşu görünce keşke herşeye burnunu sokan herkesin burnu da böyle renkli olsa diye geçiriyor insan. Ya da ben öyle geçirdim içimden... Tam biraz daha derinlere dalıp sinirlenecektim ki Teoman'ın sesini açmaya karar verdim. "O herşeyi kendi yanından görür, Almak istediğini alır..." :))

Öğleden sonramız oldukça heyecanlı geçecekti! Niye? Suya gidiyoruz çünkü. Koskaca Mezopotamya uygarlığını var eden, Afrika'da yaşamı mümkün kılan, "Hasan 2 Salak Osman 4" kadar olmasa da yine de sinir bozucu olan "Hakkın 2 Olsun" kelime oyunlarıyla ezberlenmeye çalışılan su. E tabi konu Alplerle ilgili olunca, su bardakta durduğu gibi durmuyor. Akıyor... Baya baya akıyor. Şelale ama, düşeyde değil yatayda etkili bi şelale; Rheinfall.

Yukardan çok akıllı işi gibi durmasa da karşıya geçiş keyifli ve güvenliydi

Şelalenin ortasından tırmandığımız kayalık manzaraya en hakim nokta

Aktarmalı olarak 1 saatten biraz fazla zamanda ulaşıyoruz. Ekibin kız tarafı yine uykulu, Engin ve ben "hangi istasyondayız" telaşında, Tarık Emre arada tuvaletten çıkıp bizi görüyor ve sonra yine oraya gidiyor falan... Bir de Doğa'mız var tabi... Öner hocamızın kızı. Öner hoca taklitleriyle bizi kırıp geçirirken hem onun bu yeteneğine, hem de hocanın hoşgörüsüne şapka çıkartıyoruz.

Doğa ekibin neşe kaynağ oldu
Rheinfall tarihi bir kale ile hemen önünden akan bir nehrin oluşturduğu devasa bir şelaleden müteşekkil. Bilet almak için 10 dakika kaleye tırmanıyorsunuz. Süper bir pazarlama taktiği, zira adamlar sahip oldukları ve tarih dedikleri 200-300 seneyi bile böylece pazarlamış oluyorlar. Aşağıya aldığınız biletteki barkodu okutarak asansörle iniyor ve şelalenin olduğu kısma doğru yürümeye başlıyorsunuz. Ülke İsviçre, para da bol olunca adamlar sizi şelalenin en can alıcı noktasına yaptıkları terasla karşılıyor. Teras sağlam ama su da öyle sağlam akıyor ki, bi telaş bi telaş... Haydi çabuk çabuk çektirelim fotoğrafları da şurdan bir kurtulalım telaşı. Zaten ıslanıyorsunuz da, o kadar içindesiniz yani olayın. Teoman'a "naber, niye sustun" diyeceğim ama zaten sesimi duymasına imkan yok. Suyun ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha anlıyoruz...

Tarihi kaleyi görmeden bilet almanız imkansız!

Su güçlü, çook güçlü...

Derken, karşı kıyıya geçelim, gemilerle şelale turu yapalım diyorum. (Ahhh, ah... nerden bilirdim!). İsviçre'de yaşayan çok sayıda Türk'ten 2si de gemilerde kaptan olarak çalışanlardan çıkıyor. Önce karşı kıyıya, sonra şelalenin tam ortasındaki sivri kayalığa, sonra yine karşı kıyıya ve en sonra da yine geldiğimiz kıyıya çıkacağız. Herşey güzel de gidiyor... Hediyelik eşyalar alınıyor, fotoğraflar çekiliyor falan. En son karşı kıyıya çıktığımızda ekibin bir kısmı daha yukarıları keşfetmek istiyor. Sorun yok, zaten oturuyoruz. E ama derken bakıyoruz ki, biraz fazla oturuyoruz artık. Geri dönmek de lazım! Biraz daha, biraz daha derken vakit baya geçiyor. Artık sıkılan ve enerjisi düşen ekibi toparlamak tur liderliğinden ziyade insanlık görevi haline geliyor ;) Hayali Toman "saatim yok, tam olarak bilemem" deyince hatırlıyorum saate bakmaya. Bingo!!! Tren kalkmak üzere ve zaten karşıya geçecek son bot da yanaşmış durumda... İyi de hocalar nerede? Biz kimiz? Burası neresi? :)

Karşı kıyıya geçiyoruz...

Her neyse, biz karşıdayız artık. Botun Türk kaptanı da iyilik yapıp ekibin kalan kısmını bu tarafa geçireceklerini söylüyor. Tam "işte Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" diyeceğim geliyor ki, kaptanın ikinci sorusu beni kendime getiriyor. "Biletleri var, değil mi?" :) Eeee, Türk de olsan bir yere kadar, ekmek parası! Yok yok, konu İsviçre olunca fırın, tam otomasyona geçmiş ekmek fabrikası parası falan da denebilir...

İstasyona gelince bizde bir rahatlama bir rahatlama... E yorulduk, trende uyumamız lazım falan. Kalabalık olsa yer bulmak sorun olacak. Oysa kimsecikler yok! Ama bi dakika... Hava pırıl pırıl, günlerden Cumartesi, az önce en az bin tane adam gördüm ben. E nerde bunlar peki? Hemen koşup time table'a bakıyorum. Hayır hayır, olamaz... Daha gündüz yahu. Son tren nasıl 20 dakika önce kalkmış olabilir? Teoman'a sorayım diyorum... "Koşma yorulduysan, anaforda boğulduysan" diye cevap veriyor :) Koşmuyorum. Hocaları bekliyoruz ve en büyük itiraz sinirden son 20 dakikadır tuvalete gitmeyi bile unutan Tarık Emre'den geliyor: "Ben babama yukarı gitme demiştim, macera parkı varmış bi tane, ona gittiler. Bence şimdi beklemeyelim, gidelim biz!" :) Bekliyoruz tabi... Hocalar gelince kaleye tekrar tırmanıyoruz. Bize yolu tarif eden İsviçreli zayıf İngilizcesinin etkisiyle arabayla gelmediğimizi 10 dakika sonra anlayabiliyor. Ve az önce "kolay canım, gidersiniz" havasının yerini birden "hadi geçmiş olsun" alıyor :)

Son treni kaçırmış bir manga insan sükuneti :)
Sahip olduğumuz tek mekan bir otobüs durağı. Tabi adı durak, bi direk işte... Ufuktan gözüken otobüs umudumuz oluyor. Evet nereye gittiğini bilmiyoruz ama olsun. Bulunduğumuz yerden daha tenha bir kutuplar bir de Büyük Sahra var zaten :) Otobüse biniyorum, şöföre derdimi anlatıyorum. Israrla Almanca konuşuyor, ısrarla İngilizce konuşuyorum. En sonunda bizi anlayınca  patlattığı küfrü anlayacak kadar Almancam da varmış demek ki :) Bize büyük bir istasyondan bahsediyor, ordan Zürih'e ulaşabilirsiniz diyor. Paşa paşa biniyoruz... Yarım saatlik yolculuğumuz cep telefonlarımıza gelen "Almanya'ya hoş geldiniz" mesajıyla şenleniyor. "Nassı yani" diye irkilenlerimiz var. Yani evet, bir Almanya seyahatimiz de olacak ama, daha çok var... "Bu ne ileri görüşlülük böyle Turkcell" diyesimiz geliyor. Diyoruz da... Neyse, zaten istasyon da beliriyor ve iniyoruz. Ekip girişte kalıyor, koşa koşa yine time table inceliyorum. E güzel, cidden 10 dakika sonra bir Zürih treni var. Peki, biz nerdeyiz. Telefonuma yüklediğim İsviçre haritasına bakıyorum... Yok! Allah'ım, Lost'un son sezonu kimseyi tatmin etmedi de bi de bizle mi final yapılıyor acaba? Nasıl yok yahu? Biz bir yerdeyiz işte, bu yer nasıl haritada olamaz ki? Hahahaha... Öğrenmek fazla zaman almıyor!

Trene biniyoruz... Bir görevli bize yanaşıyor! Eeeee, korkunun üzerine gideceksin. Ben de ona yanaşıyorum. "Valla biz Zürih'e gidiyoruz, ahan da biletler" diyorum. Gülüyor. "Siz şu an Almanya'dasınız, bu biletler İsviçre'den alınmış, bizi bağlamaz. Gelirseniz gelin, inecekseniz inin, ama gelirseniz bilet almak zorundasınız" diyor. "Ne kadar bu biletler" diyorum. "Hesaplayamam" diyor, tren kalkmak üzere. "Son kez soruyorum" diyor. "Tamam ulan" diyorum. Binmeyipte ne yapacağız? Ülke değiştirmişiz haberimiz yok! Etrafta at bulsam affetmeyeceğim de, yok işte hiç birşey. 15 kişi arkada haber bekliyor. Elimizde BİM'den alınmış kuruyemişler dışında hiç birşey yok, ki zaten onu da yarısı soslu fıstık, ağzıma sürmem! Neyse, abimiz hesaplıyor bilet paralarımızı. Bildiğin "haşırt the blackboard" durumu :) Ahan da işte maceranın kralı, hiç parkına falan gitmeye gerek yokmuş...

Otele geldiğimizde artık hiç kimsenin gruptan bağımsız olmamasını, kimsenin kimseyi beklememesini konuşuyoruz. Gerçi herkes konuşmanın iş olsun diye yapıldığını düşünüyor ama ben aynı şeyi daha önce Japonya'da da yapmış biri olarak kendime inanıyorum ;)

Ertesi gün Lucerne'e gidiyoruz. Güzel bir gün olacağı kesin. Önce şehir merkezi, ahşap tarihi köprü, sonra Alplerin zirvesi... Tabi ki bu zirvenin çıkışı ve inişi asıl atraksiyon. Çıkış dünyanın en dik tırmanan treni ile, iniş dünyanın en yüksek teleferik hatlarından biriyle... Başlı başına eğlence işte! En azından öyle gözüküyordu! :)

Lucerne merkezindeki ilk etkinliğimiz tarihi ahşap köprüden geçerek yaralı aslan heykeline, ardından da buzul müzesine ulaşmaktı. Heyhat, çoğunluğunu kızların oluşturduğu 16 kişilik bir grupta ha deyince bir yerden bir yere gitmek olmuyor tabi. O yolun her metresinde birilerinin boyunlarını yatayla yaklaşık 30 derecelik bir açı yapacak şekilde tuttuğu bir facebook profili fotoğrafı çekilecek! :) O yüzden, yavaş ama emin adımlarla ilerledik hep. Tarihi Şapel köprü üzerindeki yağlı boya tabloları ile de ünlü. Bunun yanında mevsim gereği süsledikleri ve sürekliliği olan çiçeklerle çok daha sıcak ve çekici olmuştu.

Lucerne'deki Şapel Köprü görülmeye değer güzellikte...

Lucerne, manzara değeri Zürih'ten de fazla olan çok güzel bir gölün hemen yanında konumlanmış...
Yola devam edince, Fransız devrimine karşı gücün sembolü olarak yapılmış ve 1820'nin teknolojisi ile oldukça detaylı işlenmiş bir aslan anıtı karşıladı bizi. Aslında adı "aslan" olan bir anıtın içimizde olası Galatasaraylıların hava atma mekanizmasını harekete geçireceğinden endişelenmedim değil. Eeee, serde Trabzonluluk ve Trabzonsporluluk var ;) Sonra alana varınca baktım ki aslan yaralı, rahaattt bir nefes aldım. Yine toplu fotoğraf faslı...

Aslan anıtındayız
Hemen bitişiğindeki buzul müzesi hem İsviçre'deki ilk müze ziyaretimiz olması, hem Tarık Emre'nin ilk kaybolma girişimi, hem de içerideki ayna atraksiyonlarını kullanıp bol bol eğlenmemiz için önemliydi. Bir inşaat temeli atıldığı sırada bulunmuş bir buzul kuyusunun etrafında gelişirilmiş müze bir zamanlar Lucerne'nin buzullar altında olmasını olduğu kadar, biraz sonra göreceğimiz enfes buzul göllerinin varlığını da açıklıyordu...

Buzul müzesinin bahçesi oyun alanımız oldu

Lucerne merkezini bitirdikten sonra, trenle Pilatus'a doğru yol almaya başladık. Pilatus İsviçre'nin en yüksek zirvesi değil belki ama en yakışıklısı olduğu kesin! Gerçi bizim grubu görünce biraz kompleks yapmış olma olasılığı yüksek ama biz yine de fazla canını sıkmak istemedik ;)) iyi ki istemedik, çünkü kendisi bizimkini oldukça sıktı! E günlerden Pazar, hava Antalya güneşini aratmıyor. Ne yapsın bu İsviçreliler? Vurmuşlar kendini dağlara... Bizim binmek için sabırsızlandığımız o meşhur tren için 2 saatten fazla beklememiz gerektiği söylenmesin mi? Her ne kadar görevli kızın bozuk İngilizcesinden faydalanıp anlatamamış pozlarına yatsam da, ı-ıhh! Olmadı, çıkartmadılar bizi yukarıya... Yapacak birşey yoktu, göl manzarası bizi bekliyordu. Gittik göl kıyısına oturduk. 

Pilatus'a çıkmak için göl kenarında bekliyoruz...

Ben birgün önce havaalanındaki bir müzikholde tanışıp takılmak durumunda kaldığım (ve tamamen tesadüfen eskiden Teoman için çaldığını söyleyen) bir İspanyol gitarist yüzünden fazlaca uyuyamamıştım. Böyyllee içim mi geçti desem, hava mı çarptı desem, sahibinin göle attığı çomağı 200 m yüzüp geri getiren yetenekli ama bu eylemi sonsuza kadar yapabileceğini hissettiğim için fazla zeki bulmadığım köpeğin ilüzyonu mu desem... Bi bakmışım ki uyuyorum. Daha doğrusu bakamamışım. Uyandığımı hatırlıyorum sadece. Pasaportuma sıkı sıkı sarılmış, çimlerden hafif nem kapmış olarak... Eh, Alplere gidip siesta da yaptık diyeceğiz diye kendimi avutup ağrıyan belimi görmezden geldim. Bu sırada ekip yine bolca face fotoğrafı çektirmiştir kesin, hani arkalarından konuşmak gibi olmasın ama... :))

2 saatin sonunda tren kuyruğundaki yermizi aldık ve atalarımızın savaş alanında ilerlemesi gibi hilal biçiminde ecnebileri sararak ilk sıralardaki yerlerimizi aldık :) Bu sırada yaptığımız esprilere falan değinmiyorum tabi. Derken trenlerimiz geldi, kurulduk içine. Tüm beklememize değecek güzellikte bir manzara izleye izleye, Heidi'nin köyünde yaşamalarına rağmen şu ana kadar bize asla gösterilmeyen koca göbekli adamları göre göre zirveye koyulduk. Tarık Emre biraz heyecan yaptı ama bu heyecan Buket'in dönüş yolunda teleferikte yapacağının yanında değinmeye değmeyecek boyuttaydı :)



Dünyanın en dik tırmanan trenindeyiz...

Zirveye varınca Alpin bitkilere adını vermiş tepelerde biraz daha fazla kalmak isterdim doğrusu. Ama teleferikteki sıraya bakınca İsviçre'nin geri kalan nüfusunun çok fazla olmadığı kanısına kapıldım. Koca ülkede herkes mi bir sırada toplanır? Yapacak birşey yoktu. Zaten 2 saat göl kenarında beklemiştik. Ya da daha doğru bir ifadeyle herkes beklemiş ben uyumuştum. Sıraya girdik ve teleferiğimizi beklemeye başladık...

Teleferik sırasındayız
Dışardan korkunç gözüken birçok şey içerden bakınca o kadar da korkunç gözükmezmiş ya, hikaye. Bu teleferik göründüğünden çok daha korkunç. Tabi ki en önde yerimi alıyorum ve açık olan camdan aşağıya bakıyorum ama, yok yani... Korkunç cidden! Sonra arkamda Zeynep'in "Buket niye kolumu ısırıyorsun" deyişiyle irkiliyorum. Bir de az önce yan taraftan aşağıya doğru bakan Banu Hoca'nın yere çömelmesiyle anlıyorum ki, korkunç bi yerdeyiz! :) Ama güzel... Sonra devasa teleferiğimizden inip "teleferikcik"lere biniyoruz. Bunlar da yüksek falan ama öncekinin yanında traş tabi ki... Süzüle süzüle Lucerne'e doğru inişe geçiyoruz. Üzerinden geçtiğimiz köyler maket izlenimi veriyor. Hafif asimetrik duran birşeyi uzanıp değiştiresi geliyor insanın...



Ertesi gün doğum günüm... Gece saat 12:00'de gezi ekibinin eşsiz jesti ile karşılaşıyorum. Odama gitmek üzereyim, uykusuz... Engin "abi e-mail atmamız lazım" gibi birşey söylüyor, "yarın atalım" diyorum. Yok, illa hemen atılacak! "Bari ben senin odana geleyim, benim odada ben hemen uyurum" diyorum, o da olmuyor! Yarım saat sonrası için sözleşiyoruz. Sonrası malum, odasına çıkıyorum, bilgisayar aşağıda diyor. Aşağı iniyoruz, ekip orda, mumlar, pasta... Güzeldi yahu. Hayatım boyunca ilk kez bir doğum günü için 2 sürpriz yaşadım. Bir diğeri bir hafta öncesinde Trabzon'daydı. İki sene yaşlanmış gibi olduk ama olsun :)

Bir sonraki gün kendime doğum günü sürprizi yapıyorum! Ailemin, arkadaşlarımın, etraftaki herkesin dilinden düşürmediği "ne yapıştın şu telefona" cümlesinin nesnesi, benim güzel iPhone 4'üm kendini Zürih caddelerinden birinde yere atıyor! Yani sanırım, benim dahlim yok, kendisi atlıyor yere... Hakem görse direkt sarı kart, o derece... Benim fark etmem yarım saat kadar alsa da kendisinden tüm aramalara rağmen haber alınamıyor. E sağlık olsun diyorum, ne edeyim? Ahan da buraya yazıyorum ama, ben o iPhone'u sana nasıl verdiysem fazlasını almayı da bilirim ey Zürih! :P :)

Öğleden sonra peyzaj mimarı olmanın etksiyle Avrupa'nın en özgün dikey bahçesine gidiyoruz. GPS'e nokta atmamış olsam bulmamıza imkan yok. Mahalle arasına gizlenmiş, bizde olsa pazar yeri yapılacak çok basit, sade bir konstrüksiyon  ve onu kaplayan yeşiller. Fikir basit ama etki süper. İhtiyacımız olan bir yaklaşım. Ben çok sevdim! Dönüşte bir Türk Lokantasındayız. Yalan yok, ben belli kriterleri sağladıktan sonra dışarda ne bulursa yiyen tiplerdenim. Nedir o kriterler, işte domuz olmayacak, temiz olacak, et kesilmiş hayvandan olacak falan... Bundan sonra yok kokusu şöyleymiş, yok içi pişmemiş falan, bana çok uzak. Ye işte ne olacak, evde hergün pilav yersin nasılsa... Neyse, ekibe uyup Türk Lokontasında İtalyan spagettisi ve pizzası yiyoruz. Tabi ayran bizimdir! Daum'un yakasında yıllarca reklamını gördüğümüz Gazi ile orda tanışıyoruz. Meğer kendisi böyle bir firma imiş. Acaba Daum'un Atatürk sevgisine bağlayan olmuş mudur? Severiz öyle şeyleri...

Dikey bahçe

Zürih'teki son durak üniversitenin botanik bahçesi... Seraları ile meşhur ama hava öyle böyle değil, cehennem sıcağı... Ekibin büyük kısmı kendini cafeye atıyor. Engin artık su yerine Red Bull tüketiyor ama burda yok. Buzlu Çayın da şeftalisi yok hiç bir yerde, hep limon... Kalıyoruz yine suya. İsviçre'de damak tadımıza uygun su bulmakta zorlanıyoruz. Ya soda, ki ben sevdiğim için sorun yok, ya da içenlerin "zemzem gibi" diye tanımladığı bir başka model! Cheese cake, soğuk içecekler derken tam kalkıp seralara gitmeye niyetleniyoruz ki ekibin dışardaki kısmından seralar bakımda ve kapalı haberi geliyor. E üzülüyoruz tabi, dünyanın yolunu gelmişiz ama hava da çok sıcak be birader! Vardır bunda da bi hayır! ;) Dışarı kısımları gezip ayrılıyoruz... Ertesi gün de İsviçre'den ayrılıyoruz zaten. Önce Almanya, ardından da Fransa topraklarında olacağız. Bie pahalıya patlasa da bir "kaza" sonucu Almanya'ya girmiştik zaten. Bu kez gönüllü gidiyoruz, isteyerek ;)

 Almanya'daki durağımız Freiburg im Breisgau. Yani sadece Freiburg derseniz kimse sizi dövmüyor ama İsviçre'de de bir Freiburg olduğundan, eğer bizim gibi ordan geliyorsanız bilet alımı sırasında sorun yaşayabilirsiniz. Daha ucuz diye ötekine gitmeyin de... :)

Freiburg im Breisgau İsviçre'den sonra bize köyümüz, mahallemiz gibi geliyor. Bir kere insanlar daha yardımsever, İngilizceleri çok daha iyi, kibarlar. Yemek için ben hiç beğenmesem de sağda solda bolca Türkçe yazılar, dolayısıyla Türk restorantları var. Ama bu işe bir el atmak lazım bence... Döner diye sattıkları kıymada imal edilmiş o şeyden kurtulup gerçek döneri getirmek bence bir memleket meselesi. O ne yahu... Döner desen değil, lastik değil... Baharat ve sostan dönerin tadı yok. Sevmedim ben. Mc Donalds bile fena değildi ama, 2. gün gittiğimiz İtalyan Restoranını değişmem mesela... Çalışanı olan Yunanlı genç çocuk İngilizce başlayan muhabbetimize "yemek nasıldı arkadaş" diye girince şaşırıyor ve mutlu oluyoruz. Yunanca "iyiydi" diye cevap verince o da mutlu oluyor. Ucuza güzel pizzalar ve makarnalar yiyoruz...

Freiburg im Breisgau küçük ama sevimli bir yer. Almanya'nın Antalya'sı. Fiyatlar Almanya'ya göre biraz yüksek bilinirmiş. Bize İsviçre'den sonra bedava geldi. İnsani fiyatlarla meyva yedik mesela :) Tren - otobüs biletleri de neredeyse yarı yarıya. Şehir Almanya'nın en sıcak iklimine sahip, hafif Fransız etkisi görülüyor. Tarihi sokakları insanı gördükçe çileye sokan ve Çin işkencesi izlenimi veren küçük doğal taşlarla döşeli. Kente karakter veren en önemli unsur 30 cm derinliği ve belki bundan biraz daha geniş olan su kanalları. Kanal demek doğru mu bilmiyorum, insan biraz daha büyük birşey hayal edebilir kanal denince. Sanki bizdeki akarların daha derini desek daha doğru olur ama, içindeki su sürekli akıyor. Bu hem iklimi yumuşatıyor, hem de herkes için atraksiyon oluşturuyor. Ayaklarını sokanlar, içinde yürüyenler, serinlemek için kenarında oturup oynayan çocuklar falan... Çok hoşuma gitti! Bizde olsa bu kadar temiz kalır mıydı diye düşündüm ve üzüldüm. Camları çekçek ile temizleyen esnafın deterjanlı kovayı kanala döktüğü bir sahne canlandı gözümde. Yeri gelmişken, sanırım Almanya etkisiyle dilimde bu kez Jeanette Biedermann'ın How It's Got To Be'si var. 

Su kanalları kente karakter veriyor

Döşeme detayları çok ilginç...
Freiburg'ta ilk gün şehir turu ve alışverişle geçiyor. iPhone4'ümü kaptırdığım Zürih'e gıcıklık olsun diye mi, kendimin düşen moralini yükseltmek için mi bilmem, Apple Store'a dalıp bir iPad2 alıyorum. Biliyorum kazanan yine Steve Jobs oluyor ama olsun. Seviyorum yahu ben bu Apple'ı. Benden sonra Buket de alıyor, ikilemiş oluyoruz. Bu arada, ilginç bir detay... Apple Store'dan önce gittiğimiz Media Markt'ta kredi kartı ile alış veriş yapamıyoruz. Sadece nakit satıyorlarmış. 2 saat ürün beğenip renk seçtikten sonra öğrenmek tuhaf oldu tabi :)

Steve Jobs'a verdiğimiz katkıdan ötürü kendimize teşekkür ederken, ertesi gün Freiburg'a gelme nedenimiz olan Kara Ormanlar'ı ziyaret etmenin heyecanını yaşıyorum. Sabah olunca hocalarım "Colmar diye bir yer varmış, tarihi dokusu iyiymiş, oraya mı gitsek" teklifinde bulunuyor. Ben son dakika değişikliklerinden pek haz etmiyorum. Herşeyden önce bir yer ziyaret edilecekse şöyle 2-3 gün çalışılmalı diye düşünüyorum. O yüzden "Kara Orman" fikrimi net olarak ortaya koysam da çoğunluğa uyacağımı da ekliyorum. "Hava yağmurlu, orman zor olur" gerekçesi ile çoğunluk Colmar'a kayıyor. Bence sorun yok, ama sonuçta planladığım programın dışında olduğu ve bilgim olmadığı için gezinin son gününde "katılımcı" olmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşıyorum. Öte yandan, saat 11 olunca yeni yola çıkabiliyoruz. İlk durak Breisach am Rhein isimli küçük bir sınır kasabası oluyor. Daha doğrusu, aslında aktarma yapacağımız yerdi ama Colmar otobüsünün 3 saat sonra kalktığını öğrenince gezmek zorunda kaldık. Zaten buranın sınır kadabası olduğunu Colmar'a gidince Colmar'ın Fransız topraklarında olduğunu öğrenince anlıyoruz! :) Yani benim alışamadığım şey tam olarak bu işte! Yolda bir şey yapmaya karar verince ister istemez atlıyorsun bazı şeyleri. Colmar diye bir yeri gezmeye gidiyoruz ve hangi ülkede olduğunu bilen yok, gününyarısı tren ve otobüs beklemekle geçiyor falan :) Neyse, Breisach am Rhein'de bizi Urfa'lı bir arkadaş gezdirdi. Yine bir Urfa lokantasında sulu yemek yedik. Sonra otobüsle Colmar...

Breisach am Rhein küçük ve şirin bir kasaba. Bina cepheleri bol bol yeşille kaplanmış...

Sınır şehirleri genellikle tipik o ülke şehri olmuyor. İster istemez "komşu" kültür etkisi gözüküyor. Colmar da tipik Fransız şehri değil. Colmar da zaten kendini "la petite Venise" olarak tanımlıyor ve pazarlıyor. Yani, "Küçük Venedik". Bu Venedik tanımını birçok ülkede görmek mümkün. Kanalı olan herkes kendini Venedik ilan ediyor ama elbette hiç biri yanına dahi yaklaşamaz... Japonya'da çok sevdiğim Kurashiki, Londra yakınlarındaki Camden Town da "küçük Venedik"tiler...

Colmar tarihi bir cadde boyunca uzanıyor. Yürümeye başlıyoruz ama bir sorun var; kanal yok! :) Newton yer çekimini bulduğundan beri su yukardan aşağı doğru akar, malum! Biz zaten yukardan geldik, su da aşağı doğru akıyor ve yukarda kanal yok. Belli ki aşağıda bir yerde. Yine de demokrasi var tabi, grubun yarısı yukarı doğru, yani otobüsle geldiğimiz noktaya doğru gidiyor. Biz aşağıya doğru yol alıyoruz. Tarihi sokaklardan geçerken ister istemez alış veriş olayına girişiyoruz! Derken kanal çıkıyor karşımıza. Güzel işte, abartmanın anlamı yok. Yani Venedik falan, n'oluyouz, ayıp oluyor demek istiyorum ama haksızlıkta yapmak istemem. Kendi çapında oldukça güzel bir yer diyelim...

Colmar tarihi kimliğini korumuş küçük bir Fransız kasabası...

Bir Fransız cafesine oturup kahve içerken kanalda gezinen gondolumsu kayıklar gözümüze çarpıyor. Bu sırada kanalın "kaynağına doğru" yürüyen grupta geri dönüp bize katılıyor. Biz kayığımsı bu şeye binelim diyoruz. Bingo! 8 kişi aynı kayıktayız. Bana kalırsa bir 8 kişi daha alır ama kızlar aynı görüşte değil. Elif'in yüzüne bakıyorum, Allah'tan güneş gözlüğüm yanımda, yoksa o beyazlık insanı kör ederdi! :) En arkada duran Fransızla göz göze geliyorum. "Sallayayım mı" diyorum çaktırmadan, göz kırparak "hiç bişey olmaz" demeye getiriyor. Ve asıl eğlence başlıyor... 




Suyun üzerinde 4-5 cm'lik bir kısmı kalan kayık sallandıkça arkadan yükselen cırıltılar içimden mırıldanmaya başladığım Alizee şarkılarına karışıyor... Eeee, madem Fransa'dayız, o zaman Fransızca takılmak lazım. Bir de Shania Twain'in I won't leave you lonely şarkısı, içinde geçen "Je t'aime beaucoup, mon amour" ve "Te amo mucho, mi amor" hatrına sanırım :) Ne güzel şarkıdır yahu... Son kısmı şarkıyı dinleyerek geçelim derim...



Sağanaktan sırılsıklam olan ekibimiz için artık önce Almanya'ya, sonra İsviçre'ye, sonra da yurda dönüş vakti geliyor... Hepimiz yorgunuz. Hepimiz ıslağız. Ama en azından ben mutluyum. Arkamda çok temiz kullanılmış bir iPhone4 bırakarak Teoman ve Orhan baba'dan arakladığım başlıkla bu geziye nokta koymaya hazırlanıyorum;

Ne ekmek ne de su, bir teselli ver be Zürih! :)))))))